9. GÜN – 23 MART (Gökçeören-Kaş)
Sabah 06.00’da uyandım. Kahvaltı 07.30’da. 08.00’da da yola çıkacağız. Tuvalete gittim. Sırt çantamı topladım. Yola çıkmaya hazır hale geldim. 07.00’da Hüseyin uyandırmak için kapıyı çaldı. Dün akşam yemek yediğimiz yerdeymiş kahvaltı. Kalktım oraya geçtim. Hüseyin de yer sofrasını kurmuş, kahvaltılıkları getiriyor. ‘’Hüseyin benim borcum nedir?’’ diye sordum. ‘’Sen 50 TL. ver yeter’’ dedi. Pazarlıkla 40 TL. ye uzlaştık. Borcumu ödedim.
Biraz sonra Almanlar da geldi. Hep beraber kahvaltıya oturduk. Hakkını teslim etmek gerek, dört dörtlük bir kahvaltıydı. Kahvaltı bitti. Almanlar hesabı ödeyecek. Hüseyin döndü bana ‘’Kaç lira çekeyim bunlara, 60 TL. iyi mi?’’ dedi. Hiç alakam olmadığı halde bir anda kendimi onlar adına pazarlık yaparken buldum.
– 50’şer lira iyidir Hüseyin.
– 55 yapalım bari.
– Yok yok, 50 TL. iyidir.
– Tamam abi.
Hüseyin yazdı bir kağıda, Almanlara gösterdi 50 TL. diye. Kalktık odalara gittik. Sırt çantamı yüklendim. Kapının önünde Almanları bekliyorum. Hüseyin de bekliyor. Hem bizi yolcu edecek. Hem de Almanlardan parasını alacak. Onları beklerken ben de Hüseyin’den bir yol tarifi aldım. Biraz sonra Almanlar da geldi. Hüseyin’e parayı uzattılar. 110 TL. Hüseyin bana 50 TL. ye tamam demesine rağmen, sanırım kağıda 55 TL. yazdı.
Yola döküldük. Köyün dışına çıkınca Almanlar dertlendi. Hem odaların, kötü olmasından, hem de fiyatın yüksekliğinden.
Likya yolu, köyün içinden geçen asfalt yol ile başlıyor, geniş bir orman yolundan devam ediyor uzunca bir müddet. Orman yolundan yürürken yan gözle de Almanların kıyafetlerini ve ekipmanlarını inceliyorum yan gözle. Dün benim kıyafetler su koyuverdi ya. Bu gün gayri ihtiyari dikkatim bu alana yöneldi.
Her ikisinin de;
– Sırt çantaları DEUTER,
– Batonları LEKI,
– Yağmurlukları VAUDE,
– Pantalonları JACK WOLFSKIN,
– Aykkabıları BESTARD.
Bu markaları tanımayanlar için söyleyeyim. Hepsi de 1. Sınıf. Benim kıyafetlerim de fena sayılmaz, Quechua yağmurluk. Free Camp Pantolon, Alpinus Baton falan. Yani orta segment ürünler. Ama gene de bir an kendimi, İstanbul’dan zengin akrabaları gelmiş köylü çocuğu gibi hissettim.
Her neyse. Biraz sonra bir büz üzerinden Hacıoğlan deresini geçtik ve bir yol ayrımına geldik. Hüseyin burayı tarif etmişti, soldaki yola girileceksiniz diye. Buradaki Likya Yolu işaretleri yol yapım çalışmaları esnasında bozulmuş. Soldaki yola girdik. Bir müddet sonra bir üç yol ağzına geldik. İşaret yok. Hüseyin’de burayı tarif etmemişti. Alman kadın (adını bir türlü öğrenemedim) rehber kitapçığını çıkardı, ben de çıkardım. Alman kadın baktı,‘’Soldaki yola gireceğiz, 400 metre sonra da bir köprüden geçeceğiz’’ dedi.
Benim elimde ki rehber kitapçıkta ise tam burası için, aynen şunlar yazıyor. Kitaptan aktarıyorum.
‘’ZEMİNİ BİR HAYLİ BOZUK OLAN YOL, ÇEVRESİNDE AKAN DERE İLE KOŞUT GİDİYOR. İKİ DEFA GEÇTİĞİNİZ DEREYİ, BİR SAĞINIZA, BİR SOLUNUZA ALARAK, OYUN OYNAR GİBİ DEVAM EDECEKSİNİZ. DERENİN BEREKETİYLE BESLENEN OTLAR VE AĞAÇLAR HER YERİNİZİ SARACAK. OLAĞANÜSTÜ GÜZELLİKTE SU BÖCEKLERİ VE YUSUFÇUKLAR DA VAR TABİİ.. YAZ KIŞ YEMYEŞİL OLAN BU VADİ, SİZ İLERLEDİKÇE DARALACAK. BİZİM ÇAYIN DİĞERİYLE KESİŞTİĞİ YERDE, ÇAYI 3. VE SON KEZ GEÇECEKSİNİZ.’’
Kadının dediği yola girdik, gerçekten 400 metre sonra beton bir köprüden çayı geçtik. Biraz bozuldum, kendi kitabımdan soğudum. Sanki bir milli maç ve daha dakika bir, kalemizde golü gördük gibi bir duyguya kapıldım. Ne alaka ama, elimde değil duygularım bu. Köprü kenarında su molası vermişken polar eldivenlerimi çıkardım, köprünün kenarına koydum. Bir rüzgar onları da uçurdu dereye.
Yaklaşık 15 dk. lık bir yürüyüş sonrası gene bir yol ayrımına geldik. Kadın çıkardı kitabı, bir şey bulamadı. Bana ‘’Senin kitabında ne yazıyor?’’ diye sordular. Ben demoralize olmuşum kitabı bile çıkarmamışım. Ama bir anda şimşek çaktı. Şu ana kadar dereyi iki kez geçtik. 3 kez geçeceğimiz yazıyordu benim kitapta. Nehir solumuzda ve soldaki yol nehre doğru gidiyor. Sağda ki yol ise uzaklaşıyor ve tırmanıyor. ‘’Sola gireceğiz ve tekrar nehri geçeceğiz’’ dedim.
Girdik yola, 5 dakika sonra nehir geçiş noktasına ve sarı Likya Yolu tabelasının önüne geldik. Ben derin bir oh çektim. Mahcup olmadım. Aynı zamanda için için bir sevinç, bir sevinç, sanki skoru 1-1’e taşıdım gibi hissediyorum.
Dereyi 3. kez geçtikten sonra tırmanış başladı. Kadın en önde, kocası ortada, ben en arkada yürüyoruz. Tırmanış oldukça dik, tempomuz da oldukça hızlı. Ben nasıl olsa belirli periyotlarla mola veririz diye düşünüyorum. Ama bir türlü vermiyoruz. Fotoğraf çekmek yok, mola vermek yok. Kadın kafayı eğmiş öne, tempoyu hiç bozmadan tırmanıyor. Ben önceleri yoruldum. Sonra kan ter içinde, nefes nefese kaldım. En sonunda morardım. ‘’Bir mola verelim 5 dk.’’ diyemiyorum bir türlü. Gurur meselesi yaptım.. Resmen milli maça çevirdim işi. Bir yandan da kendime kızıyorum. ‘’Senin yaptığın oldu mu şimdi? Doğaya zevk almaya, huzur bulmaya çıktın, işi müsabakaya çevirdin. İş mi bu şimdi yani? İste bir mola. Çocuk da değilsin artık, 54 yaşındasın’’ şeklinde içimden kendi kendime söyleniyorum, ama mola verelim diyemiyorum bir türlü.
Ben tek başıma yürürken, istediğim tempoda, sağa sola bakınarak, fotoğraf çekerek, yorulduğumda sırt çantamı atıp çimlere uzanarak yürüyorum. Bu tempo bozdu beni. Birde beni yavaşlatırlar diye düşünüyordum.. Hale bak..
12.30 gibi en yüksek noktaya, Susuz’a ulaştık. Benim kitabıma göre bir günlük parkur bu. Almanlar olmasaydı ben gece buraya kamp kuracaktım. Susuz, gürül gürül akan bir çeşme, devasa bir meşe ağacı ve altında tahtadan kerevet olan bir yer. Kamp için harika bir yer. Çantaları çıkardık, sularımızı doldurduk. Onlar bir köşeye çekildi yemeklerini yiyorlar. Ben de yemek falan yiyecek hal yok. Onlar yemek yerken, ben de Likya yolu işaretlerini aramaya gittim. Biraz ilerde işaretlerin olduğu patikayı buldum, Almanların yemeğini yemesini bekledim.
Yaklaşık 20 dk. lık bir moladan sonra yola koyulduk tekrar. Kadın hemen öne geçti. Lider ruhlu biri, kimseye bırakmıyor orayı. Mola yerinden sonra geniş bir düzlük var. Bir müddet sonra işaretleri kaybettik. Dağıldık aradık aradık, bir türlü bulamadık. Gene kitaplar çıktı ortaya. Baktım benim kitapta, bu noktadan sağdaki tepeye tırmanılacağı yazıyor. O istikamette aramaya başladım ve 5 dk sonra işaretleri buldum. Ben de çocuk gibi bir sevinç. Maç 2-1 oldu.. Kitabımla da gurur duydum, sabah ki soğukluktan eser kalmadı.
Seslendim, geldiler. Kadın geçti gene öne, bu kez inmeye başladık. Çukurbağ köyüne kadar iniş bundan sonra. Tempo aynı tempo, mola yok, fotoğraf yok. Kadın Çukurbağ’a ulaşmadan durmaz artık. Bundan adım gibi eminim. Neyse 16.00 gibi önce Phellos antik kentine, yarım saat sonra da Çukurbağ köyüne girdik.
Almanlar, Hüseyin’e kızmışlar. Eflatun pansiyon’a gitmek istemiyorlar. Dede Pansiyonda kalalım dediler. O da 50 metre ötemizde. Gittik. 70 yaşlarında, son derece iyi giyimli, beyefendi bir adam çıktı. Adı Cemal. ‘’Karısının Alzheimer hastası olduğunu, geçenlerde düşüp kalça kemiğini kırdığını, şu an yatalak vaziyette olduğunu ve bu nedenle hizmet veremediklerini’’ söyledi, Eflatun pansiyonu önerdi. Almanlar Eflatun’da kalmamaya karalı. ‘’Kaş’a gidelim’’ dediler. ‘’Tamam’’ dedim, batonları aldım, fırladım. Şaşırdılar.
– Yürüyerek mi?
– Evet..
– Bu gün için çok fazla olmayacak mı?
– Kaş çok uzakta değil 5-6 km. ötede. 1-1.5 saatte gideriz.
– Bizim için çok fazla. Arabayla gidelim..
Bu konuşmaları yapıyoruz ama, ben yürümeyeceklerini biliyorum. Aslında benim de adım atacak halim yok. Argo tabirle artistlik yapıyorum.
Cemal Bey, ‘’Buradan Kaş’a 40 TL. ye götürüyorlar. Ben 20 TL. ye götürürüm’’ dedi. Sevindiler. Ben de öyle ama, renk vermiyorum. Benim için fark etmez modundayım.
Doluştuk arabaya, Kaş’a doğru yola çıktık. Tam Kaş’a gireceğiz, Berthold ‘’Ben batonları pansiyonun bahçesindeki bankın üstünde unuttum’’ dedi. Cemal Bey, ‘’Ben tekrar bir iş için geleceğim, gelirken getiririm, siz telefonunuzu verin, gelince ararım, hangi pansiyona yerleştiyseniz oraya getiririm’’ dedi. Ben telefonumu verdim. Kaş’a girdik.
Cemal Bey’den, bildiği uygun fiyatlı ve temiz bir pansiyon varsa, oraya götürmesinin mümkün olup olmadığını sordum. Ne demek, tabi götürürüm dedi. Bizi bir sıra şirin pansiyonun bulunduğu bir sokağa getirdi. ‘’Hepsi iyidir, konuşun, hangisi kafanıza yatarsa orda kalırsınız’’ dedi.
Ben atladım arabadan, sırt çantamı yüklenmeye çalışıyorum. Almanlarda gene rehber kitabı çıkardılar, bakıyorlar. ‘’Biz Kaptan Pansiyon’a gideceğiz, Orası deniz görüyor’’ dediler.
‘’ Başlayacağım şimdi kitabınıza.’’. Sırt çantasını yüklenmişim. Bagajdan batonlarımı almışım, yaptıklarına bak. Hadi tekrar arabaya doluştuk. Kaptan pansiyona geldik. Deniz kenarında ki bir caddenin iç tarafında. Gerçekten deniz görüyor. Ama deniz tarafında da pansiyonlar var, üstelik konumları çok daha iyi.
Arabadan indik, eşyaları aldık, sırt çantalarını takıyoruz. Cemal Bey de geri dönecek parasını vermek lazım. Çıkardım verdim. Almanlara sordum. ‘’Neden Kaptan Pansiyon?’’ ‘’Deniz görüyor’’ dediler. ‘’Ön sıradakiler daha iyi deniz görüyor’’ dedim. ‘’Gelin onlara bakalım’’. Kaptan Pansiyonun hemen karşısında, bembeyaz boyalı şirin bir pansiyon var. ‘’Gülşen Pansiyon’’ Daldık oraya. Bir kadın geldi. Oda fiyatlarını sorduk. 30 TL. dedik. Kısa bir pazarlıkla 25 TL. na anlaştık. Çıktık odalara çok güzel, tertemiz, banyo tuvalet odalarda.
Duş alayım hemen dedim. Batarya bozuk. İndim kadını buldum, başka bir odaya aldılar beni. Tekrar duşa girmeye niyetlendim, telefonum çaldı. Arayan Cemal Bey. Batonları getirmiş. İndim aşağıya, Cemal Bey’e teşekkür ettim, aldım batonları, çıktım Almanların odaya. Kapılarını çaldım. Berthold içerden bir şeyler söyledi ama anlamadım. Döndüm odama duşa girdim, yıkanıyorum. Bu kez kapım çalındı, dışarıdan da Berthold sesleniyor. Duştan çıkamam artık. Yıkanmaya devam.
Banyo bitti, giyindim. Kapım tekrar çaldı. Almanlar kapıda. Batonlarını verdim, sevindiler, gittiler.
Ben de Kaş’a dolaşmaya çıktım. Sahilde bir müddet dolaştım. Ama çok yorgunum. Kaş keyfine yarın devam etmek üzere, yiyecek bir şeyler ve rakı alıp odama döndüm. 2 duble rakı eşliğinde günlük yazdım. Saat 21.00 gibi uyumuşum.