8. GÜN – 22 MART (Bezirgan-Gökçeören)
Sabah gün doğumuyla uyandım. Rüzgar kesilmiş, bu sefer de yağmur başlamış. İnce ince yağıyor. Yağmur daha da artabilir korkusuyla hemen fırladım ve toplanmaya başladım. Aslında köyün 08.30 da açılan bakkalını bekleyip pil ve yiyecek bir şeyler alacaktım ama vazgeçtim. Bu arada toplarken çadır polümün ipi koptu. Keyfim kaçtı. Gerçi onarabilirim ama, dün geceden uykusuzum, yağmur da yağıyor, bir de çadır polümün ipi koptu. Bunlar üst üste gelince ister istemez keyfiniz kaçıyor.
Yağmur korkusuyla 07.30 da yola koyuldum. Ambarlardan köye giden yolu boydan boya geçtikten sonra, köyün camisine geldim. Orda yan yana 2 market var. İkisi de kapalı. Yola devam o zaman. Köyden çıktıktan sonra, elektrik direği üzerinde bir trafo var. Likya Yolu hemen karşısındaki çok dik bir patikadan, iki tepe arasındaki boğaza doğru tırmanıyor.
Tamamen çarşak bir patikada yavaş yavaş tırmanmaya başladım. Dik tırmanışlar yorucu olmasına rağmen, kısa zamanda irtifa almanızı sağladığı için ben seviyorum. Sanırım 1 saat sonra boğazı aşmıştım.
Bu ana kadar hafif hafif yağan yağmur, sağanağa dönüştü ve sert de bir rüzgar başladı. Patika yukarıda geniş bir asfalta çok yaklaştı. Rehber kitapta Kalkan asfaltına çıkacağı yazıyor. Orası zannettim. Ancak Likya Yolu işaretleri birden asfalttan ulaşarak, çok sık makilerin, çalıların arasından, minik bir patikayla aşağıya doğru inmeye başladı. Bu arada yağmur, doluya çevirdi. Bugün iyiyiz anlaşılan…
Patika, aşağılarda daha küçük ikinci bir asfalt var. Oraya doğru gidiyor. Kalkan asfaltı orası demek. Asfaltın karşısında bir tepe, tepenin üzerinde de bir köy var. İlk durak orası, Sarıbelen ya da eski adıyla Sidek. Asfalta indim. Yaklaşık 100 mt. sonra Likya yolu gene asfalttan ayrıldı, karşı taraftan tarlaların arasına daldı. Rehber kitap kuru bir dere yatağını geçeceksiniz diyor. Dereye geldim. Ne kurusu? Değil ayakkabılarımı, pantolonumu çıkarsam geçemem. Uygun bir geçiş aradım. İlerlerde geçebileceğime kanaat getirdiğim bir yer buldum. Taşlara basa basa karşı kıyıya atlamaya çalışırken dengemi yitirdim ve pat diye suya daldım. İki ayakkabımda ıslandı, sucuk gibi oldu. Bastıkça içinden foşş foşş diye sular çıkıyor. Bu arada benim yağmurlukta günlük su basıncı limitini doldurdu (1500 mm). İçi de dışı gibi sırılsıklam oldu. Pantolonum zaten su geçirmez değildi. Free Camp’ın çabuk kuruyan kargo pantolonu. Anlayacağınız tepeden tırnağa sırılsıklamım. Küfrede küfrede tepeye tırmandım ve Sarıbelen asfaltına çıktım. Ancak caminin bulunduğu yer, köy merkezinin epey yukarıda olduğunu işaret ediyor. Aslında bir kahveye girip kurumaya ve ısınmaya, ayrıca sabah yapamadığım alışverişi yapmaya ihtiyacım var. Ama Sarıbelen’de bir kahve ve market olup olmadığını bilmiyorum. Hiçbir yerde yazmıyor. Likya yolu üstünde değil tam olarak.
Saat 10.30. Gökçeören’e daha 13 km. var. Çoğu da çıkış. Doğrudan Gökçeören’e devam etmeye karar verdim. Köy çıkışına yakın bir üç yol ağzı var. Sol tarafta da otobüs durağı gibi üstü kapalı bir çeşme. Oraya girdim. Çantamı çıkardım, sularımı doldurdum. GPS’imi çıkardım.
Yola çıkmadan önce küçük bir GPS cihazı almıştım. Next YE-GH 561. Küçük pratik bir şey. Haritası yok. Sadece 100 yol noktası ve 5 rota kaydı yapabiliyor. Dolayısıyla Likya yolunun tamamının rota kayıtlarını alamadım. 5 rota seçtim. Onlardan ilki Sarıbelen-Çukurbağ rotası idi.
İlk kez GPS imi açıp, bu rota da denemeyi düşünüyorum. Bastım açma tuşuna, açılmadı. Bir daha bastım açılmıyor. Bir daha, bir daha. Nafile.. Daha hiç kullanmadan devre dışı.. Bir anda içimde bir öfke patlaması oldu. O anki halimi anlatamam. Vurdum sırtıma çantayı, asfalttan yürüyorum. Bir pınar başına geldim. Sarı Likya yolu tabelası sağda dimdik bir çıkışı gösteriyor. Gökçeören 13 Km.
O anki tablo tam olarak şu.
Ayakkabılardan, kafasında ki kepe kadar sırılsıklam olmuş, üşümüş, bir adam, kurşuni bir havada, yağan sağanak yağmur ve patlayan gök gürültüleri arasında, bir yol ayrımında dikiliyor.
Dünden beri devam eden tersliklerin de getirdiği bir öfke nöbeti içindeyim. Her şey bir an anlamsız gözüktü gözüme. ‘’Ne arıyorum ben buralarda? ‘’ İçinden bir ses ‘’Asfalttan geçen ilk arabaya bin, dön git evine’’ diyor.
Yol ayrımında bir 15-20 saniye dikildim. Ve okkalı bir küfür savurduktan sonra ‘’Ne olacaksa olsun’’ deyip Gökçeören yoluna girip tırmanmaya başladım. Sert bir tırmanış.. Yağmurda bir müddet sonra gene doluya döndü.
Acayip şekilli kayaların olduğu bir bölgeye geldim. Sanırım sert esen rüzgarlar, milyonlarca yıl içinde kayalara bu şekilleri vermiş. Yıldırımlar ve gökgürültüleri arttı. Işık ile ses arasında ki süre gittikçe azaldı. Ben de tam da kayalık bir tepedeyim. Yıldırım açısından çok tehlikeli bir durum bu. Alçaklara inmem lazım hemen.
Korkunca; biraz önceki meydan okuyan isyankar ruhtan eser kalmadı. Kedi gibi oldum. Telaş ve korku içinde inişe geçtim. Hiçbir şey düşünmüyorum. Tek bir amacım var. O da bu yüksek ve kayalık tepeden bir an önce aşağılara inmek ve yıldırımlardan uzaklaşmak.
Yol sırf kaya. Kaya üzerinde kaya parçacıkları, onların üzerinde çakıl taşları. Hem de ıslak. Nereye bassanız oynuyor. Hızla da inmeye çalışıyorum. Her neyse bir kaç küçük zararsız ayak burkulmasıyla, tepeden geniş bir düzlüğe indim. Yıldırımlar hafifledi, uzaklaştı. Dolu hafif bir yağmura çevirdi. Birden rahatladım. Bir savaştan zaferle çıkmış komutan edasıyla, keyifle yürümeye başladım ki, ayağımın altında ki taşlar bir anda kaydı ve pat diye kıç üstü yere oturdum. Düşme şiddetini azaltmak içinde sağ elimi yere koydum.
Hemen ayağa kalktım. Biraz kalçam, biraz da sağ bileğim acımış ama ciddi bir şey yok. Çıktığım düzlükte Likya Yolu işaretlerini kah kaybederek, kah tekrar bularak ilerliyorum. Ama burada rüzgar daha da sert esiyor. Tepelerin arasından bir nozul etkisiyle geçerek size çarpıyor. Epey yürüdüm, düzlük hala devam ediyor. Soğuktan parmaklarım bayağı sızlamaya başladı. Rehber kitabımı çıkarıp bir inceleyeyim dedim. Parmaklarıma tam olarak hükmedemediğimi fark ettim. Parmak koordinasyonum bozuk ve yavaş.
HİPOTERMİ başlangıcı bu!! Vücut ısısı 35 dereceye düştüğünde ilk ortaya çıkan belirti. Şimdilik korkulacak bir şey yok ama, 1-2 saat sonra bu şartlarda daha kötü duruma geleceğim kesin. Ama endişe etmedim hiç. Çünkü istediğim anda durup çadır kurma ve kuru kıyafetlerimi giyip uyku tulumunda ısınma şansım var. Ama Gökçeören’e gitmek en mantıklısı. Çünkü çadırda ıslak kıyafetlerimi, ayakkabılarımı kurutma şansım yok.
Sık sık kendimi kontrol etme ve tablo daha olumsuzlaşırsa çadır kurma kararı vererek yola devam ettim. 30 dk. sonra bir orman yoluna çıktım. Orman yoluna çıkınca sevindim. Çünkü burada daha hızlı ilerleme şansım var. Gidiyorum gidiyorum yol bitmiyor. Rüzgar aynen devam ediyor, vücuduma da hafif hafif titremeler gelmeye başladı. Vücut ısım sanırım 35’in de altına indi. Yürümeyi durdurup kamp kurmaya karar verdim. Hem ilerliyorum, hem de uygun bir kamp yeri bakıyorum. Birden bire bir tepenin üst noktasında, 35 yaşlarında bir adamla burun buruna geldik. Adı Adem..
‘’Gökçeören’e ne kadar var?’’ dedim. ‘’3 saatte varırsın’’ dedi. Aslında bayağı iyi gelmişim, çünkü saat 13.00 civarları. Adem bana ‘’Çok ıslanmışsın, üşümüşsündür, hemen aşağıda bizim çoban evimiz var, seni oraya götüreyim, ısın, kurun, çay iç, sonra yola devam edersin’’ dedi.
Şu insandaki güzelliğe bakın. Beni göreli daha 15 saniye oldu. Kimim, neyin nesiyim en ufak bir fikri yok. Ona rağmen çektiğim tüm sıkıntıları fark edip, kendi sıkıntısı gibi çözmeye çalışıyor. Şunu fark ettim, medeniyetten uzaklaştıkça insanlık artıyor. Medeniyet arttıkça insanlık azalıyor. Takıldım arkasına, zaten yakınmış, geldik çoban evine.. Kapıya bir kadın çıktı. Eliyle gel işareti yaptı. ‘’Ben de tam yemek yiyip çay içecektim gel’’ dedi.
Adem, ‘’Sen çekinme gir abi, benim Sarıbelen’e gitmem lazım’’ dedi ve döndü gitti. Kadın kapıda, evin girişi çetrefilli, ‘’Ben İngilizce bilmiyorum’’ dedi. ‘’Türküm’’ dedim. ‘’Gel o zaman şurdan, burdan’’ diye girişi tarif etti, netice de eve geldim.
Ev dediğim, 2 göz oda küçük bir yer. Pencerelerde cam yerine sera naylonu gerili. Ocak olan bir yere aldı kadın beni. Üstüm başım sucuk gibi. İçeri girmeye çekiniyorum. Kadın ‘’Gir gir, çekinme kurur her yer sorun yok’’ dedi. Kendi çıktı, 3-4 dakika sonra çalı çırpı, odun ile geldi. Ateşi yaktı. Ben ocağın başına oturdum titriyorum. Ateşte ufak, henüz ısı vermiyor. 5 dakika sonra alevler büyüdü, çevresine güçlü bir ısı yaymaya başladı. Islak kıyafetimden çıkan buharlar arasında beni de bir sıcaklık sarıp sarmalamaya başladı.
Adı Selma..
Şu ana kadar karşılaştığım en renkli simalardan biri. Yaşını sormadım ama, sanırım otuzlarında. ‘’Sen gelmeden önce kendime yemek hazırlayacaktım. Çorba var, kabak var, yer misin?’’ diye sordu. ‘’Ben şu an tanrı misafiriyim. Hiç beni ağırlamaya uğraşma. Bu ateş bile yetti bana. Sen ne yiyeceksen ben de ondan yerim’’ dedim.
Selma hem sofra kuruyor, hem laflıyoruz.
Burası kayınpederi ile kayınvalidesinin eviymiş. Yaz kış hep bu ıssızda yaşarlarmış yıllardır. Kayınpederin adı Hüseyin. Tüm Likya Yolu kitaplarında adı geçen meşhur ‘’Dağlı Hüseyin’’. Selma bu gün onlara yardıma gelmiş. Yoksa kendi Sarıbelen köyünde oturuyormuş. ‘’Nerde Dağlı Hüseyin ile karısı?’’ dedim. ‘’Onlar hayvan bakmaya gittiler, ancak akşama gelirler’’ dedi.
Bir anda durumu kavradım ve şoka girdim. Hiç bir yolu olmayan, en yakın yerleşimin yürüyerek 2.5-3 saat sürdüğü bu ıssız yerde, Selma ile ben yalnızız. Genç bir adam hiç tanımadan bana güvendi ve eve getirdi, Selma da hiç tanımadan, hatta onunla aynı lisanı konuşup konuşmadığımı bile bilmeden, bana güvendi ve eve aldı. Ben hiç tutucu değilimdir, hatta benim için aykırı biri bile denebilir. Ama ona rağmen yadırgadım ve tedirgin oldum. Yanlış anlaşılacak bir şey söylemekten, bir davranışta bulunmaktan korkar oldum.
Selma sofrayı kurdu, oturduk. Harika bir nohut çorbası, salata, peynir, zeytin, zeytinyağı, reçel ne isterseniz var sofrada.
Selma, konuşkan, güleç yüzlü, cana yakın.
Kayınpederi Hüseyin’in fotoğraf albümünü getirdi. Turistlerle çekilmiş yüzlerce fotoğraf. Bir türlü bu ıssızdan köye gelmeye ikna edemiyorlarmış Hüseyin amcayı. ‘’Ben ne yaparım köy yerinde’’ diyormuş. Anlayacağınız Hüseyin Amca köye bile metropol muamelesi çekiyor. Hiç tanımadığım halde ısındım ona. Selma da çok seviyor onu belli.
Selma durmaksızın soruyor. ‘’Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, Ne iş yapıyorsun, kaç çocuğun var?’’
‘’Yürüyorum, yol boyunca da günlük tutuyorum, dönünce de bir internet sitesinde yayınlayacağım anılarımı’’ deyince sordu.
– Neleri yazıyorsun?
– Yol hikayelerini, tanıştığım insanların hikayelerini.
Mahzunlaştı, anlatmaya başladı.
Beni buraya getiren Adem, kocasının kardeşiymiş. Selma’nın bir kızı, bir oğlu var. Kızı 10, oğlu 7 yaşında. Kocası daha oğlu 9 aylıkken bir trafik kazasında ölmüş. Ona rağmen eşinin ailesinden hiç kopmamış. Gerçekten çok seviyor, kayınpederini, kayınvalidesini. ‘’Bana kol kanat gerdiler, sahip çıktılar abi, yoksa ne yapardım ben’’ diyor.
Evliliklerinin ilk yıllarında epey bir ekonomik sıkıntı çekmişler. Sonra seracılığa başlamışlar. Yıllarca sera işletmişler. Bir gün kocası gelmiş. Polonya’daki bir arkadaşının yanına çalışmak için gitmek istediğini söylemiş ve Selma’dan izin istemiş. ‘’Ben gitmesini hiç istemedim abi, ama gitme dersem, yarın öbür gün mutsuz olduğunda beni suçlayacak, git dedim’’
‘’Gitti, bir hafta sonra telefon etti. Telefonda ağlıyor, kızımı seni çok özledim, ben buralarda yapamayacağım, dönüyorum’’ diye. ‘’Telefonun bir ucunda o ağlıyor, bir ucunda ben. Kızına çok düşkündü abi, belki de görülebilecek en iyi babaydı.’’
‘’Birkaç gün sonra döndü geldi. Hayat normale döndü. Kısa bir süre sonra bir arkadaşa zeytin toplamaya yardıma gidilecek. Sen gidiyorsun alacaklı oluyorsun, sen toplayacağın zaman da onlar sana geliyor, imece usulü gibi bir şey. Ben de gitmek istedim. Eşim olmaz, çocuk ne olacak?’’ dedi. ‘’Kızkardeşim bakar’’ dedim.‘’ ‘’Ben kızkardeşini alır giderim’’ dedi ve gittiler.
Aradan biraz zaman geçmiş. Selma dinlenmek için uzanmışken kapı çalmış. Açmış kapıyı, kapıda kızkardeşi. ‘’Abim bir kaza yaptı. Ama önemli bir şeyi yok. Kontrol için Fethiye’ye götürdüler, hadi kalk biz de gidiyoruz’’ demiş.
Gitmişler Fethiye’ye, öldüğünü orda öğrenmiş.
Döndü bana ‘’Al abi işte sana bir insan hikayesi’’ dedi. Ortalığa hüzünlü bir atmosfer çöktü. 5-10 dakikadır da yağmur yağmıyor, güneş de tekrar kendini gösterdi. ‘’Üzülme’’ dedim, ‘’Her gecenin bir sabahı vardır?’’
Saat 14.30.
Kalkmam gerek. Daha Gökçeören’e 2 saatlik yolum var. Toparlandım. Kurumuş, ısınmış, karnı doymuş ve minnet hisleriyle dolu olarak Selma’yla vedalaştık, birkaç fotoğraf çektik karşılıklı.
Ayrılırken dayanamadım şunu söyledim.
‘’Selma bak, gerçekten zor durumdaydım, beni evinize aldınız, kuruttunuz, karnımı doyurdunuz. Ama beni hiç tanımıyorsunuz. Hırlı mıyım hırsız mıyım bilmiyorsunuz. Çok büyük cesaret, nasıl yaptınız bunu?’’ .
‘’Ne bileyim abi, aklımıza kötü bir şey gelmiyor. Kayınbabam bize, bu ıssızda gezen adam kötü adam olmaz diyor’’ dedi.
Hey gidi Dağlı Hüseyin. Sana boşuna Likya Yolu kitaplarında tam sayfa ayırmamışlar. Sen şehirlerde insanlık adına unuttuğumuz tüm değerlerin vücut bulmuş halisin. Ben de gelmiş, şehir yaşamının olumsuzluklarını size aktarmaya çalışıyorum ‘’Kimseye güvenmeyin’’ diyorum.
Tamamen farklı bir ortamda tekrar yola koyuldum. Kurumuşum, ısınmışım. Güzel bir güneş açmış. Her yer toprak kokuyor ve biraz önce belki de asla bir daha göremeyeceğim bir insanlık görmüşüm. Yolum da rahat artık, iniş. Her şey gözüme harika gözükmeye başladı. Keyifle yürüyorum.
Dar bir patikada durdum, bir fotoğraf çekeyim dedim. Kamerayı çıkardım. Tam fotoğraf çekeceğim. Birden, en ufak bir ses duymama rağmen, tamamen sezgilerimle aniden arkama döndüm. Hiç abartmıyorum dev bir Kangal köpeği, 1 cm arkamda. Ben 3 adım geri sıçradım, kangal da korktu, o da geri sıçradı. Hemen durumu çözdüm. Kangalın benimle işi yok. Dar patikada beni geçemiyor, hiç ses çıkarmadan arkamdan geliyor. Kibar köpek. Kenara çekildim. Hızlı adımlarla geçti gitti. Bu fotoğrafta korkuyla hoplarken tesadüfen çekilmiş.
Bir müddet sonra aşağıda Gökçeören gözüktü. Baktım patikada iki kişi. ‘’Hüseyin Yılmaz’ın evi neresi?’’ dedim. Çünkü yol boyunca bir iki yerde, ‘’Hüseyin Yılmaz-Ev Pansiyon’’ tabelaları vardı. Bunca kepazelikten sonra, bu gece pansiyonda kalmaya kara vermiştim zaten gelirken.
– Benim
– Aaaa, şansa bak.
– Yok şans değil abi, seni bekliyordum zaten burada. Yaş 54 değil mi?
– Evet nereden biliyorsun?
– Telefon açtılar.
Sanırım ben çıktıktan sonra ya Selma, ya da Adem telefon açmış olmalı.
Köyün içine girdik. ‘’Bir dakika’’ dedi Hüseyin. Elektrik direğine dayalı bir motosiklete atladı ‘’Benim ev köyün uzak noktasında, caminin orda, motosikletle gideceğiz’’ dedi. Atladım arkasına, caminin karşısında bir evin önünde durduk.
Bir veranda, arkasında da iki kapı var. Hüseyin beni sağdakine doğru götürürken, soldaki kapı açıldı.. Aaa bizim Almanlardan Berthold çıktı dışarı. Beni gördüğüne sevindi. Ardından da karısı da çıktı dışarı. Öğlenleyin gelmişler. Ayak üstü biraz sohbet ettik. Dün gece onlar da Bezirgan’daymış. Pansiyonda kalmışlar. Gökçeören yürüyüşünü de, yağmur nedeniyle Sarıbelen’de kesip, Gökçeören’e arabayla gelmişler. Akşam yemeğinde buluşmak üzere, banyo yapmak için izin isteyip ayrıldım.
Odama gittim. 3 yataklı dağınık bir oda. Kullanılmayan bir buzdolabı, kocaman bir masa, üzerinde bir çay otomatı ve 50-60 adet her cinsten bardak var. Üstelik kapıların altı da 4-5 santim açık. Rüzgar estikçe içerde de ne var ne yok havalanıyor. Yapacak pek fazla bir şey yok. Çok geniş bir alanda tek seçenek bu çünkü.
Banyo tuvalet arkada, bahçede. Doğru banyoya gittim, ıslanmış, kirlenmiş neyim varsa yıkadım, dışarı astım. Ben de bir duş aldım ve odaya çıktım, sıkıca giyindim, yemeğe kadar biraz uzanayım dedim. Yatağın üstünde katlı duran bir battaniyeyi açtım. O da ne. Mendil kadar bir battaniye. Tam olarak üstümü örtmüyor. Diğer 2 yataktaki battaniyeleri de aldım. Üçüyle ancak örtünebildim. Uyuyakalmışım.
Biraz sonra Hüseyin kapıyı çalıp ‘’Şömineyi yaktım gel abi’’ diye seslendi. Almanlarla beraber kaldığımız yerin üstündeki bir odaya çıktık. Şimdi söylediğimi hiç abartı zannetmeyin. Şömine plastikten, bildiğimiz PVC kaplama.. Yeni yaptırmış Hüseyin, ilk kez yakıyormuş. ‘’Bu ne Hüseyin?’’ dedim. ‘’Bu yangın çıkarır.’’ Almanlar da dehşet içinde. Önünde de hareketli bir plastik kapak var. ‘’Bari kapağı çıkar’’ dedim. Çünkü kapak doğrudan alevlerin önünde. Diğer taraflar ise duvarların üstüne kaplanmış. Kapağı çıkardı ama odada durmak mümkün değil. Tütüyor her yer duman içinde. Biraz bekledik odunlar iyice ateş alınca belki duman kesilir diye. Nafile. ‘’Hüseyin bu böyle olmaz, sen bize bir soba başı ayarla’’ dedim.
Hüseyin 5-10 dakika sonra geldi. ‘’Sobayı yaktım, gelin’’ dedi. Kalktık yan odaya geçtik. Bu oda onların kendi oturma odası belli. Soba, televizyon, çek yatlar, duvarlarda resimler dolu. Odanın yan tarafı da mutfak. Hüseyin gidiyor, geliyor bir yer sofrası hazırlıyor. Mutfakta da bir kadın çalışıyor. Sanırım karısı.
Hüseyin ışıkları açtı, yanmadı. Gitti kömür kovasından uzunca bir sopa aldı, florasanın yan tarafına vurdu, lamba yandı. Almanlar büyülenmiş gibi bakıyorlar. Hüseyin ikide birde kalkıp camdan dışarı bakıyor. Berthold uyandı, ‘’Gelen turist var mı ona bakıyor‘’ dedi. Biraz sonra florasan söndü. Bir sopa daha gene yandı. 3 dakika sonra gene söndü. Hüseyin ‘’Onun bandı sıcaktan gevşemiş ben şimdi yaparım’’ dedi. Gitti elinde bir elektrikçi bandıyla geldi. Bir sandalye çekti, üstüne de iki yastık koydu. Üstüne çıktı. Düştü düşecek. Ben bir yandan, Berthold bir yandan Hüseyin’i tutuyoruz. Hüseyin’de florasanın açık kenarını bantlıyor. Şaka gibi..
Neyse yemek vakti geldi oturduk. Gerçekten yemekler harika, hem de çeşit olarak çok zengin.
Hüseyin’de ‘’Yes’’ ve ‘’No’’ da dahil olmak üzere tek kelime İngilizce yok. Ama durmadan konuşuyor. Almanlara anlatıyor, soru soruyor. Anlamışlar, anlamamışlar hiç önemi yok.. Hiç de yanımızdan ayrılmıyor.
Hüseyin köyde kendini çekemediklerinden bahsetti. Bazı köylülerin ‘’Hüseyin Yılmaz benim’’ diye turistleri karşıladıklarını, evlerine götürdüklerini söyledi. Hatta bir kaç sene önce köyden biri, yalnız bir bayanı Hüseyin Yılmaz’ım deyip evine götürmüş, sonra da elle sarkıntılık etmiş. Kadın Jandarma’ya şikayetçi olmuş, ‘’Hüseyin Yılmaz beni taciz etti’’ diye. Hüseyin Yılmaz’ı alıp götürmüşler. Kadın bu değildi deyince serbest bırakmışlar. Mahkemeleri halen devam ediyormuş.
Yemek bitti. Çay faslı başladı. Hüseyin bana ‘’Abi bir sorsana, yarın nereye gideceklermiş?’’ dedi. Sordum ‘’Çukurbağ’a’’ dediler. Hüseyin ‘’Abi bizim arkadaş var orda, Eflatun Pansiyon. Söyle de orda kalsınlar’’ dedi. Almanlara Hüseyin’in bir önerisi olarak sundum. Hemen kitaplarını çıkardılar. ‘’Çukurbağ’da Dede Pansiyon var, Eflatun 2 km dışarıda’’ dediler. Dudağım uçukladı. Ufacık el kadar bir rehber kitapta bu ne detay. Hüseyin hopladı yerinden. ‘’Araları 400 mt’’ dedi. Telefona sarıldı. Hemen Eflatun’un sahibini aradı ve telefonu zorla Berthold’un eline tutuşturdu. Adamcağız şaşırdı. Biraz konuştu. Kitapçık doğru çıktı. 1.5-2 km dışındaymış ama arabayla gelip alabilirmiş.
Hüseyin bana da sürekli preste. ‘’Abi onları Eflatun’a götür, sana da bir güzellik yapar’’.
Neyse yatma vakti geldi. Almanlar yarın beraber yürümeyi teklif ettiler. Hayır diyemedim. Beni yavaşlatabileceklerini düşünüyorum oysa. Yarın ki parkur da oldukça uzun ve sert. Ne de olsa aramızda ciddi bir yaş farkı var. Onlar 71-67 yaşında. Bense gencim. 54 yaşında. 17 yaş fark az değil, ama artık yapacak bir şey yok. Ne de olsa ülkemizde misafirler.
Almanlar yatmaya gitti. Ben 20.00’deki Andorra-Türkiye milli maçını seyretmeyi planlıyorum. Berthold geri geldi. Elinde de iki bira. Hüseyin ile bana getirmiş. Teşekkür ettim. Hüseyin içmiyormuş. Maç biralarım da denk geldi. Maç başladı ama Hüseyin seyrettirmiyor. Ha bire bir şey soruyor, anlatıyor. Bu böyle olmayacak. Maçı seyretmekten vazgeçtim, kalan birayı odada içmek üzere alıp, yatmaya gittim.
Biramı odada içtim. Erkenden de uyumuşum.