12. GÜN – 26 MART (Üzüm Koyu – Aparlei)
Sabah 05.00’ te uyandım. Hava daha aydınlanmamış. 06.00 ya kadar yattım. Bu gün iyi dinlenmişim. Çünkü dün gece sırt çantasını bagaja yerleştirmenin formülünü buldum. Çadırın içi bir anda genişledi.
06.00’da çadırdan çıktım. Bir şeyler atıştırdım. Bugün hava çok güzel olacak. Toparlanmaya başladım. 07.00’a doğru Almanlar da kalktılar. Ben 07.15 de sırt çantamı yüklendim. Onlar kahvaltı ederken, veda edip yola çıktım.
Bir müddet deniz kenarında kayalıklardan gitti yol. O esnada kayaların arasında ki meşhur tek palmiye ağacını gördüm. Rehber kitapta tam sayfa ayrılmış. Görmeden geçtim zannediyordum. Meğer önümdeymiş.
Bir müddet sonra yol deniz kenarından ayrıldı. İçeriye doğru tırmanmaya başladı. Sıkı bir çıkıştan sonra, keçilerin olduğu ağıl gibi bir yere geldim. Bir anda etrafımı köpekler sardı. Üç adet. Üçü de dev gibi. İkisi Sivas kangal. Biri farklı bir cins. Deli gibi havlıyorlar. Elimdeki batonu sallayarak yanıma yaklaştırmamaya çalışıyorum. Bir taraftan da, sol elimle sırt çantası bel kemerindeki cepten köpek kovucuyu çıkarmaya çalışıyorum. Murphy’nin kanunları işliyor. Fermuar bir türlü açılmıyor. Ben kılıç elinde yüzlerce Bizanslıyla savaşan Malkoçoğlu gibi baton elimde etrafımda dönüyorum. En sonun da Dazer’i (İnsan kulağının duyamadığı, ancak köpeklerin duyabileceği, çok yüksek frekansta ses üreten bir alet) çıkardım. Bugüne kadar hiç kullanmamıştım. İlk kez kullanacağım. Bir bastım. Sahne aynen şu.
Köpeklerden iki tanesi sanki taş atmışım gibi geri sıçradı. Biri hiç kıpırdamadan kala kaldı. Havlaması da kesildi. Sabit bir şekilde, şoka girmiş gibi bana bakıyor. Sanki ‘’bu adam bu sesi neresinden çıkardı’’ diye düşünüyor. Döndüm yola devam ettim. Bunlar 5-10 sn. sonra arkamda gene havlamaya başladılar. Geri döndüm, dazere bir daha bastım. Üçü de geri dönüp bir daha gelmemek üzere uzaklaştılar.
50 metre gittim ki sağ tarafta bir çoban kulübesi gördüm. Önünde bir adam ve bizim iki Alman genç çay içiyorlar. Bende sabah çayı için hemen gruba dahil oldum. İçerde de bir kadın var, servis yapıyor. Bir bardak çay da bana getirdi. Gençlere akşam nerede kaldıklarını sordum. Bu ağılın 500 metre altında kamp kurmuşlar. Yürüyüşe dün Kaş’tan başlamışlar, Olimpos’a gitmeyi planlıyorlarmış. ‘’Ama ablam hasta oldu’’ dedi Martin. ‘’Bugün Olimpos’a arabayla geçeceğiz o yüzden’’
Martin 19 yaşında, biraz Türkçe biliyor. 3 aydır Fethiye’de bir otelde çalışıyormuş. Türkçeyi orada öğrenmiş. Almanya’da turizm okuyor. Lise yeni bitmiş. Seneye üniversiteye gidecekmiş.
Elisa ablası. 21 yaşında. Tam benim kızım Ece’nin yaşında. Üniversiteye gidiyormuş. Almanya’da Nürnberg yakınlarında bir köyde yaşıyorlarmış.
Elisa hasta gözükmüyor. Ama ikisi de korkmuş, belli oluyor. Sanırım bu onların ilk deneyimleri. Ağır bir yükle, suyun olmadığı, zor yollardan geçmek, gecede ıssız bir yerde konaklamak onları ürkütmüş gibi. Dün bana uzak dururlarken, bugün görmekten çok memnun oldular. Kızımın yaşlarında olmaları nedeniyle, içimde onları bir koruma kollama duygusu uyandı.
Bir araç bulup Demre’ye gidebilecekleri ilk yerleşim yeri Boğazcık Köyü. Ben de oradan su ikmali yapıp, Aparlei’ye devam edeceğim. Boğazcık’a kadar birlikte yürümeyi teklif ettim. Çok sevindiler. Dünkü çekingenliklerinden eser yok.
Likya yolu buradan itibaren Boğazcık’a kadar toprak yoldan gidiyor. 1 saat 15 dakikada Boğazcık girişine geldik. Buradaki Likya Yolu tabelası Kılıçlı (Apollania) 1 Km. gösteriyor. Sabah çay içtiğimiz ağılda ki kadın, Kılıçlı’nın Boğazcık’tan daha büyük olduğunu ve marketi olduğunu söylemişti. Likya yolundan ayrılıp Boğazcık’a girip çıkmaktansa, Kılıçlı’ya devam etmenin daha uygun olacağını gençlere anlattım. ‘’Tamam’’ dediler. Kılıçlı’ya devam ettik. 15 dk. 20 dk. yürü yürü Kılıçlı yok piyasada. Normalde 1 km olsa düz yol burası 12-15 dk arası gelmemiz lazım. 45-50 dakika sonra Kılıçlı’ya girdik. En az 4 km burası. Tabela net olarak yanlış.
Neyse Kılıçlı’ya girdik. Bakkalı bulduk. Önünde banklar var. Sırt çantasını çıkardım daldım bakkala. Bir çizi, bir fanta aldım. Gençler de meyve suyu aldılar. Banklara oturduk, dinleniyoruz. Bakkalın önünde de iki yaşlı kadın oturuyor, birde 30 yaşlarında bir çocuk. Bakkal da yaşlı bir kadın. O da çıktı yanlarına oturdu. Laflamaya başladık.
Genç çocuk kültürlü. Likya yolunu iyi biliyor. Aparlei girişini bana gayet iyi tarif etti. Almanların da en kolay nasıl Demre’ye gidebileceklerini sordum. Demre yolunun 10 km ötede olduğunu, oraya kadar da, köy yolunda şanslarına otostop yapacak bir araç bulurlarsa gidebileceklerini, yoksa yürümek zorunda kalacaklarını anlattı, izin isteyip gitti. Çocuklar yürürüz dedi.
Biz kadınlarla sohbet ediyoruz. Bir adam geldi 65 yaşlarında. Bakkal kadının kardeşiymiş, aynı zamanda köyün muhtarıymış. 2 dakika sonrada bir minibüs durdu bakkalın önünde. İçinden gene 65 yaş civarlarında bir adam çıktı geldi, oturdu yanımıza. O da bakkal kadının kocasıymış.
Muhtara bu gençlerin Demre’ye gitmek istediklerini, nasıl gidebileceklerini sordum. Öbür adam ‘’Ben götürürüm’’ dedi. ‘’Bunların parası yok’’ dedim. Paralarının çok sınırlı olduğunu bakkalda fark ettim. Meyve sularının, gazozların tek tek fiyatlarını sorup, en ucuzunu bulmaya çalışıyorlar çünkü.
Ben öyle der demez adam, çirkin bir ses tonuyla ve adeta fırça atar gibi söylenmeye başladı. ‘’Paraları yoksa yürüyecekler kardeşim, ben kimseyi parasız bir yere götürmem. Onlar bize parasız su bile vermez, biz zorda kalsak hiç kimse yardım etmez..’’
Bir anda nevrim döndü.
‘’Ne söyleniyorsun sen yaaa?.. Sana al minibüsünle onları bedava götür diyen mi oldu. Burası köy yeri.. Belki Demre’ye düzenli minibüs vardır. Belki Demre’de birinin işi vardır. Giderken alır götürüverir. Bunlar yoktur, en azından bir yol tarif eder adam. Bunlar benim çocuklarım değil. Ben de senin gibi tanımıyorum. Bir saat önce rastladım. Kız hastalanmış, yardım etmeğe uğraşıyorum. Sense sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorsun. Yardım etmediğin gibi bir de fırça atıyorsun. Sen Almanya’nın köyünde susuz kalıp su istedin de vermediler mi? Yol sordun da söylemediler mi?’’ diyerek çok sert bir çıkış yaptım.
Adam böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Bir anda afalladı. Muhtar araya girip, lafı değiştirip ortamı yumuşatmaya çalışıyor. Yol tarifi yapıyor. Ana yola kadar 10 km. yürümeleri gerekiyor. Başka çare yok.
Döndüm tekrar adama. ‘’Ana yola bunları kaça bırakırsın’’ dedim. ‘’15 TL’ye bırakırım’’ dedi. Çıkardım 20 TL adama uzattım. Martin atladı. ‘’Olmaz, gerek yok, biz yürüyeceğiz’’ diye. Sanırım çat pat Türkçesiyle, demin ki tartışmaları anladı. Parayı vermemi kabul etmedi. Artık yapabileceğim bir şey yok..
Bakkaldan kalktık. Köy camiine sularımızı doldurmaya gittik. Sularımızı doldurduk. Veda vakti geldi. Dün beni görünce korkan, çekinen bu gençlerin, onlara yardım çabamı fark edince nasıl değiştiklerini gördüm. İkisinin de gözlerinde sevgi ve minnet duyguları var. Türk usulü sarmaş dolaş kucaklaşarak ayrıldık. Umarım sıkıntı çekmeden anayola ulaşmışlardır.
Ben tekrar yola döküldüm. Geldiğim yoldan geri dönüyorum. Köy çıkışından yaklaşık 1 km. sonra ‘’Aparlei 7 Km’’ tabelasına geldim. Tabelanın önünde 45-50 yaşlarında bir erkek yürüyüşçü çantasını çıkarmış, güneş kremi sürüyor. Selamlaştık. O da Aparlei’ye gidiyormuş. Ben önden, o arkadan patikaya daldık. 3 dk. sonra ‘’Bu tempo yavaş, benim gitmem lazım’’ deyip, bana bir sol çekti ve patikada gözden kayboldu gitti.
2-2.5 saatlik çok güzel bir yolculuktan sonra, bir koyun üstüne geldim. Resmen şoka girdim. Her yer lahit, her yer tarih. Türkiye’de ki antik kentlerin neredeyse tamamını dolaşmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, belki de Aparlei en büyükleri. Üstelik, çok büyük bir kısmı da koyda deniz altında. Etrafı şaşkın şaşkın seyrederek aşağıya indim. Purple House ‘a geldim.
Çölde bir vaha…
Çocukluğumuzda renkli Ayşegül serisi okuma kitapları vardı. Ayşegül Tatilde, Ayşegül Okulda.. Çok iyi hatırlıyorum. Ayşegül Çiftlikte diye bir kitap vardı. Purple House, tıpkı o kitaptaki çiftlik evi gibi. Bahçesinde tavşanların, tavukların, kedilerin, köpeklerin olduğu masalsı bir yer.
Genç bir çocuk çıktı beni karşıladı. Çay var mı diye sordum. ‘’Var abi, buyur’’ dedi. Beni bir çardağın altına götürdü. Çardakta yukarda karşılaştığım adam oturmuş çay içiyor. Yemeğini de yemiş. ‘’Burayı çok beğendim. Rıza da harika bir insan’’ dedi. Çayını içer içmez de, ‘’Benim kalkmam gerek’’ deyip, Kayaköy (Simena) istikametine topukladı gitti.
Rıza çay getirdi, oturdu yanıma, sohbete başladık.
34 yaşında Rıza. Burası büyük büyük babasınınmış. Balıkçılık yapıyorlarmış. Rıza turizm okurken yarım bırakmış. Antalya’da 5 yıldızlı bir otelde barmenlik yapmaya başlamış. Kısa sürede master barmenliğe yükselmiş.
‘’Güneş doğmadan yattığım olmadı hiç. Acayip monoton bir hayat. Babam Finike İl özel İdare Müdürüydü. Ondan çok daha fazla kazanıyordum, ama, berbat bir hayatım vardı. Bir gün tak etti canıma. Bıraktım işi gücü geldim buraya. Yaklaşık 6 yıl önceydi. Şu taş bina tam bir viraneydi. Ama aşık oldum görünce burayı. Ben burada yaşarım dedim. Giriştim tadilata. Tadilat yaparken bir baktım, her gün 5-10 kişi geçiyor buradan. Likya yolu evinin bahçesinden geçiyor dediler. Likya yolu ne onu da bilmiyorum. Girdim internete, araştırdım, bir turizm potansiyeli gördüm. Ben burayı aynı zamanda Camping yaparım. Geçenlerin her türlü ihtiyacını karşılarım dedim. Dedim ama sorun da çok. Elektrik yok, su yok.
Kullanım suyu için yağmur depolama sarnıçları yaptım. Elektrik için, mini bir rüzgar santralı ile güneş enerjisi paneli kurdum. Gelenler rahat etsin diye oturma gurupları, çardaklar yaptım. Bunların tamamını da kendi ellerimle yaptım.’’
Anlayacağınız Rıza, dokunduğu yeri altın edenlerden. Dekorasyonu da ihmal etmemiş. At arabaları, değirmenler, çiçeklerle süslemiş her yeri.
Babası; Finike’de görevliyken, Finike Ziraat Bankası Müdürüyle yakın arkadaşmış. Rıza’da oğullarıyla. Bir de kızları varmış. Adı Feyza. Tayinleri çıkmış Feyza’ların gitmişler. Yıllar sonra kader tekrar karşılaştırmış onları. Bu sefer ayrılmamışlar, evlenmişler.
Feyza da güleç yüzlü, güzel, hanımefendi bir genç kadın. Pek ortalıkta görmek mümkün olmuyor. Mutfakta çalışıyor sürekli. Bir de dünya tatlısı oğulları var, 3 yaşında. Adı Ada.. Tek başına oynuyor ortalıkta.
Derken Simena yönünden bir çift geldi. 45-50 yaş arasındalar. Adam dev gibi. 2 metreden daha uzun muhtemelen. Mola verip yanıma oturdular. Hollandalılar. Antalya’dan geliyorlarmış. Finike-Demre arasında çok sıkıntı çekmişler. Her yer karmış. -Bu bölge 1800 metre irtifada.- Tek günde yürümenin mümkün olmadığı, 39 km lik susuz bir parkur. Gece Goncatepe’de çadırda kalmışlar. Kar eritip su elde etmişler. ‘’Isı -5 dereceye düştü gece perişan olduk’’ dediler.
-5’i nasıl ölçtüler?
Bende şafak attı. Daha 800 metrelik Bezirgan yaylasında bu uyku tulumuyla dondum. -5 te perişan olurum. Üstelik ağırlık yapıyor diye ocağı da Kınık’tan kargoyla eve yolladım. Bu şartlarda kar eritip su elde etmenin yegane yolu, pet şişeye doldurup koynuna almak.. Yani imkansız.
Haritalar önümde açık. Bölgeyi incelemeye başladım. Demre-Goncatepe arası 19 km ve en yüksek nokta Goncatepe. (1800 mt.) Goncatepe-Finike arası ise 20 km. Demre-Goncatepe arasında, tam ortalarda küçük bir köy var. ‘’Zeytin’..’ Goncatepe-Finike arasında da Finike’ye 8-9 km kala gene küçük bir köy daha var. ‘’Belen’’.. Her iki köyünde 1800 metreden çok daha düşük irtifada olduğunu zannediyorum. 1000 mt. civarlarında. Haritada irtifalarını görmüyorum ama eminim buna.
Hemen yeni bir plan yaptım. Gece Zeytin köyünde kamplamak. Sabah erkenden su ikmali yapılmış olarak yola çıkmak. 12.00-13.00 gibi Goncatepe’yi dönmek. Akşam hava kararmadan da Belen Köyüne ulaşmak. Böylelikle hem su sorununu, hem de çok soğukta konaklama sorununu bertaraf etmek. Hollandalılara bu şekilde yürürsem nasıl olur diye sordum. Çok beğendiler planı. ‘’Zeytin’den Belen’e bir günde rahat rahat gidilir. Hem oralarda kar yok, hava çok daha iyi. İyi yaparsın’’ dediler.
Bu iki Hollandalı oldukça politik. Sanırım aktif siyasetin içindeler. Bana Türkiye’nin siyasi durumu ve radikal İslam hakkında pek çok soru sordular. 54 yaşında bir emekli olduğumu öğrenince de çok şaşırdılar. Adam ‘’Ben ancak 67 de emekli olabileceğim’’ dedi. Kadın da ‘’Bunun benim için iyi, ama Türkiye için kötü olduğunu’’ söyledi. Bunca muhabbetten sonra bir de ‘’Ben emekli olalı 14 sene oldu’’ diyemedim.. Çaylarını içince kalktılar.
Bende çadırımı kurmaya gittim. Çok güzel bir ağacın altına, halı gibi bir çimin üstüne çadırımı kurmaya başladım. Bizim Alman aile de çıktı geldi. Rıza’yla konuştular. Onlar da biraz ileriye çadırlarını kurmaya başladılar. Çadırımı kurdum, yerleştim, beden temizliğimi yapıp, temiz kıyafetlerimi giydim. Günlüğümü alıp çardağa gittim.
Yemekler geldi. Rızalar vejeteryan ve sadece vejeteryan yemekleri var. Sebze yemekleri harika geldi. Çünkü günlerdir ağzıma girmiyor desem yeridir. Ardından ben çay içip günlüğümü yazmaya başladım.
Biraz sonra karanlıkların arasından bir kafa lambası ışığı gözüktü. Bir adam da sesleniyor. Biraz ürkmüş gibi. Rıza gitti karşılamaya. Yanında orta yaşlı bir adam ve bir kadınla geldi. Aldı onları odaya götürdü. Döndü, benim masamda onlar için 2 kişilik bir servis açtı. 15 dakika sonra geldiler. Bunlar da Hollandalı. Kale’den (Simena) geliyorlarmış. Yarında gene Kale’ye döneceklermiş. Kız sürekli gülüyor. Ama ne gülme. Tüm vadiyi çınlatan kahkahalarla. Son derece pozitif bir tip. Onun neşesi size de sirayet ediyor. Geldikleri yolu yarın yürümek istemiyorlar, tekneyle Kale’ye gitmek istiyorlar. Rıza bir iki telefon açtı. 60 TL. ye onları Kale’ye götürecek bir tekne ayarladı.
Yemekten sonra çay faslı başladı. Çaydan sonra herkes odalarına çekildi. Ben kamera pillerini şarj etsin diye Rıza’ya verdim, sabah almak üzere. Ben de çadırıma çekildim. Çok az kalan rakımı çadırda bitirip uykuya daldım.
sanırım burda hata olmuş Kılıçlı (Apollania) 4 Km. yazıyor resimdeki tabelada
BeğenBeğen
Merhaba,
Herhangi bir hata yok. İlerde ikinci bir tabela daha var. Boğazcık Köyü girişinde. O tabelada 1 Km yazıyor. Ancak orda fotoğraf çekmemişim.
BeğenBeğen