11. GÜN – 25 MART (Kaş-Üzüm Koyu)
Sabah 06.00’da uyandım. Sanki kurulmuş gibi gün ışımasıyla beraber uyanıyorum artık. Önce çantamı hazırladım, duş aldım, giyindim. Kargoya kolimi almaya gittim. Saat sekiz ama henüz açılmamış. Karşısı otogar, oraya geçtim ve açık bir çay ocağında 08.30’a kadar oturup bekledim.
08.30’da kargo açıldı. Raflarda aradılar ama kargoyu bulamadılar. Cep telefonuma kargodan mesaj gelmişti. Açtım onu gösterdim. Kargo numarasıyla sistemden bakacaklar. Bu kez de sistem açılmadı. 20 dk oldu, kargom hala yok. Huysuzlanmaya başladım. Geç kaldım. Saat 07.00-07.30’da yola koyulmuş olmalıydım. Neyse 5 dk sonra sistemler açıldı, kargom bulundu. Hemen pansiyona döndüm ve ancak 09.30 gibi yola çıkabildim.
Likya yolu, Kaş sahilini takip eden asfalt yoldan Limanağzı’na doğru devam ediyor. Sağ tarafımda, akvaryum gibi birbirinden güzel koylar. 500 metre önümde de iki yürüyüşçü var. Biri erkek, biri kadın. Bir müddet sonra onları yakaladım. Durmuşlar, erkek kızın çantasını düzeltiyor. ‘’Merhaba’’ dedim. ‘’Merhaba’’ dediler, işlerine döndüler. Anlayacağınız pek yüz vermediler. Haksız da değiller. Tek başına bir adam, neyin nesi belli değil. Yanında kız da var. Benden uzak durmak istemeleri normal.
Kaş çıkışında Likya Yolu ikiye ayrılıyor. Aşağıdan giden yol Limanağzı’na iniyor. Üstten giden yol ise, Limanağzı’na uğramadan Sebeda antik kentinden geçiyor. Her iki yol, Limanağzı’ndan sonra, 2 km ötede birleşiyorlar. Ben Sebeda antik kentini görmek için, üstteki yolu tercih ettim. Bir müddet sonra yol aşağıya inmeye başladı ve harika bir koya geldim. -Bu arada Sebada antik kentini falan görmedim. Sadece doğal mı, insan yapısı mı olduğunu çözemediğim birkaç taş parçası önünden geçtim.- Hemen durumu kavradım. Ben iki yolun birleşme noktasından geri dönüp Limanağzı’na inmişim. Bu git gel 2 km. ilave yol demek. Yapacak bir şey yok. Koyda güzel bir tesis var, girdim .çay söyledim. Bu arada biraz önce yolda geçtiğim iki genç de orada. Sahilde de bir aile var. Anne baba şezlonglarda oturuyor. 10-11 yaşlarında bir kız çocuğu da dizkapaklarına kadar denize girmiş oynuyor.
Çay içerken iki gençle de tanıştık. Erkek Martin, Kız Elisa.. Almanlar ve kardeşler. Çok da gençler. Sanırım 20 yaş altındalar. Üstlerinde bir tedirginlik, bir ürkeklik var. Kalktılar. Aslında ben de kalkacaktım ama, tedirginliklerini daha da arttırmayayım diye bir 20 dk daha oturdum. Sonra ben de kalktım.
Biraz sonra iki yolun birleşme noktasına geldim. Tek başına bir kadın taşa oturmuş, arkası bana dönük. ‘’Merhaba’’ dedim. Az daha taşın üstünden düşüyordu, korkudan. Ayaküstü çok kısa bir sohbet yaptık. Dev gibi bir kadın, 1.80’inin üstünde. 60 yaşına yakın ancak son derece fit. Ben bunların 71’liklerini 67’liklerini gördüğüm için iyi bilirim. Nereye gittiğimi sordu. ‘’Aperlai’’ dedim. ‘’Oooo çok tehlikeli’’ dedi. ‘’Daracık uçurum kenarlarından geçiyorsun, ben geçemedim, istersen sen git dene, ama bu sırt çantasıyla çok zor’’
Bende şafak attı. Çünkü sırt çantam böyle alanlar için gerçekten çok büyük ve ağır. Bir denge kaybında sizi savuruyor. Üstelik bu hat, Likya yolunun suyu en kıt parkurlarından biri olduğu için ilave 1 litre su daha almışım. Yüküm iyice ağır. Ancak çıkmışım yola, en azından görmem gerek.
Bir müddet sonra yol oldukça keskin kayaların arasından, yükseklik korkusu olanları gerebilecek yerlerden, kıyıya paralel ilerliyor. Hem zemin, hem sırt çantası, hem de emniyet nedeniyle oldukça yavaş ilerleniyor. ‘’Daha buraları böyleyse, kadının söylediği yerler nasıldır kim bilir’’. Biraz sonra çok güzel ve ıssız bir koya geldim. Artık denize daha yakın, peynir gibi delikli kayaların üstünden ilerliyorum.
Baktım karşıdan kayaların üstünden bir çift geliyor. Adam arkada şortlu, kadın önde şort ve bikini. Kadın dev gibi, iriyarı ama mükemmel bir fizik. Tüm göğüsler de ortada. ‘’Şu kayalıklardan düşmeden, bir yerimi sakatlamadan kadının yanından geçebilsem bari…’’ Selamlaştık, çantama şaşırdılar. Bu çantayla buralarda nasıl dolaşıyorsun manasında, takdir eder gibi, ama içinde gizli bir ‘’Bu ne hödüklük?’’ mesajı barındıran kısa bir konuşmadan sonra yola devam ettiler.
300-400 metre sonra baktım ikinci bir çift geliyor. Sanırım öndekiler ile beraberler. Selamlaştık. Adamın durumu kötü gözüküyor. Kıpkırmızı ve kan ter içinde. Çok yorulduğu her halinden belli. ‘’Kaş’a ne kadar zamanda gideriz’’ dedi. ‘’3 saatte gidersiniz’’ dedim. Yüzü allak bullak oldu. Sanırım çok daha az kaldığını düşünüyordu. Hiçbir şey söylemeden döndü yürümeye devam etti.
Bir müddet sonra, 4-5 terk edilmiş binanın bulunduğu bir koy uzaktan göründü. ‘’Ufakdere’’.. Koyun önündeki burun da ‘’Uluburun’’. Yani Bodrum müzesinde sergilenen, dünyanın en eski batığının çıkarıldığı burun. Terk edilen binalar da, batığın çıkarılmasında görev alan arkeolog ve dalgıçlar için yapılmış zamanında. Batık çıkarılınca da kaderine terk edilmiş.
Koya yaklaşmaya başladım. Terk edilmiş binalardan ayrı, sol tarafta tek bir ev daha var. Önünde de bir masa ve sandalyeler. Bir kadın ile bizim iki Alman genç orada. Su takviyesi için ben de eve yöneldim. Bu esnada Almanlarda terk edilmiş binalara doğru gidiyorlar.
Eve geldim. Kadın buyur etti, ne içeceğimi sordu. Her şey varmış. Rehber kitapta böyle bir imkandan bahsetmiyordu. Sevindim. Extra bir imkan bu çünkü. Ayran söyledim. Kadın da geldi oturdu masaya, anlatmaya başladı. Kocası ile burada bekçilik yapıyorlarmış. Mal sahibi aşağıya bir restaurant yapıyormuş. Sezona yetişecekmiş. Suyu nereden temin ettiklerini sordum. İçme suyunu arabayla Boğazcık Köyünden getiriyorlarmış. Kullanma suyunu da kuyudan alıyorlarmış.
– Kuyu suyu içilemiyor mu?
– İçilmiyor, içinde fare, böcek ne ararsan var.
Bir anda ayran boğazıma dizildi. Bu bardak büyük bir ihtimalle o suyla yıkandı..
Aparlei’den önce Boğazcık Köyü var. Kadına sordum, ‘’Ne kadar zamanda Boğazcık’a giderim.’’ diye. ‘’Akşama kadar gidemezsin, ancak Üzümlü koyuna kadar gidersin’’ dedi..
‘’Nee…?’’
Kadın, bu bölge hakkında rehber kitaplarda ki bilgilerin doğru olmadığını, pek çok insanın sorun yaşadığını, her gün arabalarıyla en az 3-4 yürüyüşçüyü Boğazcık köyüne götürdüklerini anlattı. Kendisinin bu civardaki Likya Yolu etaplarını defalarca yürüdüğünü, benim Üzümlü’de kamp kurmamın en uygun seçenek olduğunu söyledi.
Sularımı doldurdum. Hava kararmadan Üzümlü koyuna ulaşmak için kalktım. Çünkü yol denizin üstündeki kayalıklardan geçiyor. Gece yürünmez. Bizim Alman gençler de daha yok piyasada, sırt çantaları masanın yanında duruyor. Sırt çantamı yüklendim, batonlarımı aldım, evin bahçesine, Limanağzı koyunda gördüğüm aile girdi. Likya yolu bahçeden geçiyor. Kadın çağırdı gelmediler. Yola devam ettiler. Ben de arkalarında…
Yanlarına sokulmamaya, geride kalmaya özen gösteriyorum. Tecrübe kazandım çünkü. Ailesi ile birlikte seyahat edenler, tek başına yürüyen bir erkekten tedirgin oluyorlar. Haklı olarak. Ancak 100 metre sonra yanlış bir yola girdiler. Elektrik direği üstündeki işareti fark etmediler. Seslendim, işareti gösterdim. Döndüler geldiler. Mecburen tanıştık. Bunlarda Alman. Adamın adı Stephane. Kadının adı yok. (Hatırlamıyorum) Küçük kızın adı ise Yonna (Telafuzu). Bir müddet beraber yürüdük. Geri kalmaya çalıştıklarını fark ederek hızlandım ve arayı onları tamamen gözden kaybedecek kadar açtım.
Uzun ve yorucu bir çıkıştan sonra, yıkık bir tesisin yanından toprak bir yola çıktım. Dinlenmek için bir duvarın üstüne oturdum. 10 dakika sonra Alman aile de geldi. Kadın tamamen dağılmış vaziyette. – Bu arada devasa bir sırt çantası taşıdığını söylemeliyim.– Geldiler, onlar da duvarın üstüne oturdular. Ya artık zararsız olduğuma hükmettiler, ya da yorgunluktan mecbur kaldılar. Ancak artık biraz daha sıcak ve rahatlar.
Bu kez de ben erken kalkıp onlardan koptum ve yola devam ettim. Bir müddet sonra Üzümlü koyuna geldim. Zeytin ağaçları altında, halı gibi bir çim saha. Önü de harika bir koy. Tam kamplık. Sırt çantamı çıkardım. 1 lt. lik sulardan birini düşürmüşüm. Ama sorun değil. Çünkü hala 2 lt. suyum var. Yarın sabah ta Boğazcık Köyüne sanırım 2 saatlik bir yolum var.
Biraz sonra Almanlar da geldi. Stephan’ın elinde benim su şişem. Bulmuş getirdi. ‘’Ben bu gece burada kamp Kuracağım’’ dedim. ‘’Biz de’’ dediler. Yeterli sularının olup olmadığını sordum. Çünkü Ufakdere’de su ikmali yapmadılar. ‘’Benim fazla suyum olduğunu, isterlerse o suyu alabileceklerini’’ söyledim. Teşekkür ettiler, gerek yok dediler.
10 metre arayla çadırları kurduk. Baktım çalı çırpı, odun topluyorlar. Bulunduğumuz yer zeytinlik olduğu için pek odun yok. Zeytinliklerin arkasında 50-60 metre mesafede orman başlıyor. Oraya gittim. Yıkılmış koca bir ağacı dallarından sürükleye sürükleye getirdim, kampın ortasına bıraktım. Şaşırdılar. Dakikalarca dolaşıp tek dal parçasıyla geliyorlar. Onların metoduyla saatlerce yeterli odun toplanmaz.
Bu arada iki Alman genç de geldi. Biraz uzakta durdular, fısır fısır bir şeyler konuştular. Sonra yukarı doğru gittiler. 10 dakika sonra gene geldiler. Likya Yolu’na devam edip Boğazcık istikametinde gözden kayboldular.
Alman aile 50 metre kadar ileri gitti, ağaçların altına oturdu. Ben de sırt çantamı boşaltıp çadıra yerleştirdim. Sonra deniz kenarına, hem ayaklarımı denize sokmaya, hem de fotoğraf çekmeye gittim. 15-20 dakika sonra hava kararmaya başladı. Şunlarla bir hatıra fotoğrafı çektireyim diye yanlarına gittim. Ooo sofrayı kurmuşlar, ocak kaynıyor, yemek yiyorlar. Biraz bozuldum. Ben ateş başında birlikte yeriz zannediyordum. Sonra dilimizde ‘’Alman Usulü’’ diye bir tabir olduğunu, farklı kültürel değerlerimizin olduğunu hatırlayıp üstünde durmadım.
Birkaç fotoğraf çektik. Bu esnada deniz tarafından bir rüzgar da başladı. Yangına sebebiyet vermemek için ateş yakmak fikrinden vazgeçtik. Çadıra döndüm. Yemek çantamı alıp deniz kıyısına gittim. Kayaların üstüne oturup, ton balığı menülü yemeğimi yedim. Hava tamamen karardı. Girdim çadıra. Yarım saat kadat haritaları ve rehber kitabı inceledim. Bu gece canım rakı istemedi. (Hasta mı olacağım ne?) Hemen uyumuşum.