3. GÜN – 17 Mart (Alınca-Bel)
Sabah 07.00’de uyandım. Oh be… İki gündür yağışlıydı. Bugün ise günlük güneşlik. Keyif içinde iki gündür yapamadığım çorbayı yaptım. Domates çorbası. Ekmeksiz biraz peynir, biraz da sucuk yedim. Toparlanma vakti geldi. Toparlanmam tam 1 saat 15 dakika sürüyor. Bu zamanı kesinleştirdim.
08.30 gibi yola koyuldum. Çık babam, çık babam bir türlü bitmiyor. Dün gece Alınca’ya ulaşmam imkansızmış zaten. Biraz sonra bir türkü sesi duydum. Biri karşıdan türkü söyleye söyleye iniyor. Birbirimizi görmüyoruz. 5 dakika sonra karşılaştık. Elinde koca bir pala olan 45 yaşlarında bir adam. Adam beni görünce biraz tedirgin oldu. ‘’Merhaba’’ dedim cevap yok. ‘’Nasılsın?’’ dedim cevap yok. ‘’1 saatte Alınca’ya ulaşabilir miyim?’’ dedim. ‘’Yes’’ dedi. Farkettim ki adamın tedirginliği ‘’Dağ başında bir turistle karşılaştım, lisan da yok, ne halt yiyeceğim şimdi’’ tedirginliği. ‘’Ben Türk’üm’’ dedim, rahatladı. Bülbül kesildi anlatıyor. Ama bir şey sorarsam gene ‘’yes’’ diyor. Mr. Yes olarak bu adamı da insan manzaraları içine kaydedip yola koyuldum. 09.45 gibi Alınca’ya geldim. Alınca’dan Bel’e 2 güzergah var. Biri sahilden Gey üstünden. Diğeri Boğaziçi, Sydma, Dodurga üstünden içerden. Her iki yolda Bel’de birleşiyor. Ben içerden Sydma antik kenti üstünden gideceğim.
Köy girişinde yaşlı bir amcaya denk geldim. Amca diyorum ama, şu ana kadar yolda karşılaştığım istisnasız her Türk de bana amca dedi. Saçlar beyaz, sakallar beyaz. Başka ne umulur ki. Amca ile biraz sohbet ettik. Alınca’dan Boğaziçi’ne de iki yol var. Biri sağ tarafta, derin uçurumların kenarından geçen tehlikeli bir yol. Diğeri de asfalt köy yolu. Amca sağdaki yolun artık kullanılmadığını, işaretlerin çoğunun kaybolduğunu, yolu kaybedersem uçurumların arasında çok zor durumda kalabileceğimi söyledi. Bu yolu Ahmet ile Mehmet’in güncelerinden (www.likyayolu.org) hatırlıyorum. 2011 yılında bu yoldan geçtiklerinde, 1-2 yıla kalmaz bu yolun tamamen kullanılmaz hale geleceğini yazıyorlardı. 2 yıl doldu. O halde 2. Seçenek kullanılacak.
Düştüm Boğaziçi yollarına. Niyetim akşam Sydma-Bel-Belceğiz nereye ulaşabilirsem orada gecelemek. Bir müddet sonra Boğaziçi köyüne geldim. Notlarda bu köyde market olduğu yazıyor. Yerini sordum, 1 km. ötede dediler. Köyden çıktım. Boş yollarda ilerliyorum. Bir yandan da kafama takıldı. ‘’Bu adam marketi köylü alışveriş yapamasın diye mi bu kadar uzağa kurdu’’ diye düşünüyorum. 1 km. yi geçtik. Görünürde hala hiç bir şey yok. Karşıdan yanında inekle bir adam geliyor. Sordum ‘’Market nerede?’’ diye. Mesele anlaşıldı. Aynı muhtarlığa bağlı iki mahalle varmış. Market öbür mahalledeymiş.
Markete az kaldı, yola devam. Karşıdan beyaz bir otomobil geldi, yanımda durdu. İçinde üç genç var. Ellerinde biralar. Biri ‘’ Abi ileride genç bir kız tek başına gidiyor, tanıyor musun, yoksa beraber misiniz? ‘’ diye sordu. ‘’Yoo tanımıyorum’’ dedim. ‘’Hızlı gidersen yakalarsın abi’’ dediler. ‘’Güzel miydi bari?’’ diye sordum. ‘’Abi ne diyorsun sen, hem de çok güzel’’ dediler. ‘’O zaman hızlanıp yakalayayım’’ dedim. Onlar yola devam ettiler. Saate baktım daha 11.00 ve gençler içmeye başlamışlar. Kız adına tedirgin oldum. Aslında karşılaşabileceği en büyük tehlike bu işte.
Yola devamla nihayet marketi buldum. Kapısı kapalı. Bitişiğinde bir kapı daha var. O açık. Seslendim, seslendim kimse yok. Hava günlük güneşlik. Çantamı attım, bakkalın önündeki banka oturdum. Hem bakkalı bekliyorum, hem güneşleniyorum. 20 dk. geçti belki. Sabırsızlanmaya başladım. Çünkü niyetim mümkünse Belceğiz’e gidebilmek. Sabahta çok zor olduğu söylenen Gavurağılı inişini zinde olarak yapmak. Daha çok yolum var yani.
Bakkalın karşısında bir araba var. İçinde de biri uyuyor. Uyandı, arabadan çıktı, geldi bakkalı açtı. Meğer bakkal oymuş. Bende arkasından bakkala daldım. Çizi aldım. Birde kamera pillerinin şarjı bitti. İdareten kamera için 4 kalem pil aldım. Bakkalla sohbete daldık. Her geçen yıl Likya Yolu’nu yürüyenlerin arttığını, önceleri sadece yabancılar yürürken, şimdi tek tük de olsa Türklere rastlandığını anlattı. Vedalaştık.
Sydma yolu, bakkalın tam karşısında, tepelere tırmanan geniş ve çok belirgin patika. Tırmanmaya başladım. Bir müddet sonra bu yolun antik bir yol olduğuna kesin olarak kanaat getirdim. Dağda bu genişlikte ve bu düzgünlükte bir yol, insan ve hayvanların yürümesiyle kendiliğinden yıllar içinde oluşamaz. Kısa bir tırmanıştan sonra antik kent yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Pil sorunu nedeniyle ancak birkaç fotoğraf çektim.
Sydma antik kentiyle, Dodurga köyü iç içe. Dodurga’ya girdim. Görünürde kimse yok. Bel yolu ile ilgili bilgi alacağım. Köy çeşmesine geldim. Sularımı doldurdum, dinleniyorum. Bir jip durdu önümde. Genç bir kız ile bir erkek. İlgiyle ‘’Nereden geldiğimi, nereye gittiğimi’’ sordular. Yolun tamamını tek başıma yürümeye çalıştığımı duyunca çok şaşırdılar. Cumartesi günü kalabalık bir grupla karşılaşıp karşılaşmadığımı sordular. Kirme-Faralya arasında rastladığım gruptan bahsediyorlar. Kişi sayısını da tam biliyorlar. Anladığım kadarıyla ya o grubun organizasyonunu yaptılar, ya da o grupta yürüyorlardı. O gün beni gördüler. Bugün de burada görünce meraklanıp sordular. ‘’İyi yürüyüşler’’ dileğinde bulunarak uzaklaştılar. Bende çantamı sırtlandım, Dodurga çıkışına doğru yürümeye başladım. Köyün sonunda pansiyon yazan evden bir kadın çıktı. ‘’Nereye gittiğimi’’ sordu. ‘’Bel’e’’ dedim. ‘’İstersen burada kalacak yer var’’ dedi. ‘’Teşekkür ederim, Bel’e gitmem gerek’’ dedim. ‘’Gel o zaman bir çay iç öyle git’’ dedi. Çayı duyunca hemen kabul ettim. Pansiyonun bahçesine oturdum. O da çay demlemeye gitti.
Burası oldukça rüzgarlı. Bana 5 dk. içinde acayip bir üşüme geldi. Titriyorum. ‘’Terliyim ve rüzgar var, ondan’’ diye düşündüm. Yeleğimi de, yağmurluğumu da giydim. Biraz sonra kadın yeni demlemiş çay ve lokma tatlısı ile geldi. Çay içip, lokma tatlısı yiyince üşümem geçer diye düşünüyorum. Nafile.. Üşümekten kendimi sohbete pek veremiyorum. Burası muhtarın pansiyonuymuş. Kadın da karısı. Likya yolu da Bel’e, tam bu pansiyonun yanından geçen patikadan devam ediyor. En iyisi ben kalkayım, yürüdükçe ısınırım diye düşündüm. ‘’Borcum ne kadar?’’ diye sordum. ‘’Para istemez’’ dedi. Bu Faralya George House’dan sonra ikinci… Yurdum insanı, turizm işi yapıyor, pansiyonunda çay veriyor, lokma tatlısı veriyor. Sonra da para almıyor. Sanırım beni üşür ve titrerken görünce acıdı, para alamadı. Elimi cebime attım. Ne kadar metal bozuk para varsa çıkardım, bıraktım. Teşekkür ederek tekrar yola koyuldum.
Bel yolu kısa bir patika çıkışından sonra, köy yolundan devam ediyor. Patikada yürürken ısındım, normale döndüm. Burada rüzgar yoktu ama, köy yoluna çıkınca sert bir rüzgar başladı. Ama ben iyiyim. Köy yolundan 1 saatlik bir yürüyüşle Bel köyüne girdim. Köyün yarısını boydan boya geçtim. Camiye geldim. Hiç kimseyi göremedim. Cami önünde de Likya Yolu tabelası. Belceğiz, Gey ve Boğaziçi istikametlerini gösteriyor. Cami avlusuna girdim. Dinlenmek için oturdum. Buralar da da köyler genelde terk edilmiş gibi. Kimseler ortalıkta yok. Aşağıda ki camii tuvaletinden bir kadın çıktı. ‘’Kalacak yere ihtiyacımın olup olmadığını’’ sordu. ‘’Yok’’ dedim döndü gitti. Bu arada köy çeşmesinin biraz ileride olduğunu öğrendim ondan. Rüzgar sert, bana tekrar üşüme ve titreme krizi geldi. Hemen toplandım. Belceğiz yakın, 2 km. Hem de düzgün yol. Yarım saatte gidilir anlayacağınız. Bir an önce gidip çadırımı kurmalıyım. Çeşmeye gelmeden bir kadınla karşılaştım. ‘’Nereden geldiğimi, nereye gittiğimi’’ sordu. ‘’Belceğiz’e hava kararmadan ulaşamıyacağımı, bugün de havanın çok soğuk olduğunu, istersem kendilerinde kalabileceğimi’’ söyledi. Hemen pazarlığa başladım. ‘’Ne kadar?’’. ‘’Ne verirsen ver’’ dedi. ‘’Bozuk sadece 10 TL. var. Birde 200 TL. lık.’’ dedim. ‘’Bozarız’’ dedi. ‘’Evinin bahçesinde rüzgar almayan yer var mı?’’ diye sordum. ‘’Var’’ dedi. ‘’Oraya çadır kurarım, yemek de istemem, sana da 10 TL. veririm’’ dedim. ‘’Tamam’’ dedi. Düştü önüme eve gidiyoruz. Sol tarafta, siyah demir kapılı, büyük, güzel bir ev. Eve girdik. ‘’Çadırı nereye kurayım’’ dedim. ‘’Sen gel benle’’ dedi. Evin arka tarafına geçtik. Ek bir bina yapmışlar. İki bölüm. Biri iki yataklı bir oda. Diğer bölüm de banyo tuvalet. Henüz yeni yapmışlar. Banyo tuvalet daha tamamlanmamış. Su yok. ‘’Bana gir burada yat’’ dedi. Banyo-tuvaleti gösterdi, tuvalete kovayla su getireceğini söyledi. Hiç itiraz etmeden girdim odaya. Hemen soyundum, ıslak mendil ile temizliğimi yaptım, termal içlikleri, yeleğimi, polar kepimi ve eldivenlerimi giydim. Attım kendimi 2 battaniyenin altına. Titremem biraz geçti, ısındım, uyumuşum.
Bir saat sonra kapım çaldı. ‘’Yemek hazır’’ diye seslendiler. Kalktım giyindim, onların evine geçtim. Evin beyi gelmiş. Osman Arslan. Güleç bir yüzle bana ‘’Hoş geldiniz’’ dedi. Oğulları Ramazan’da yanlarında. Bir maşınga yanıyor. Eve girince bana gene titreme nöbeti geldi. Maşınganın yanına hemen bir sandalye koyup beni oturttular. Ne oluyor böyle. Açlık kan şekerim mi düşüyor ne? Ben sobanın yanında ısınmaya çalışırken, ‘’Yer sofrasında yer misin, yoksa masayı getirelim mi?’’ diye sordular. Aslında yerde hiç yemek yiyemem ama, evlerinde beni ağırlayan bu insanlara ekstra iş çıkarmaya utanıyorum. ‘’Yooo, yerde yerim’’ dedim. Yer sofrası kuruldu. Bu arada ısındım, üşümem geçti. Yemekler geldi. ‘’Buyur’’ dediler. İndim yer sofrasına, bağdaş kurayım dedim olmadı. Sol ayağım isyan etti, bir krampla attı kendini yana. ‘’Eyvah kramp’’ dedim. ‘’Günlerdir yürümekten bacak adalelerim mahvolmuş, yana uzatsam ayıp olur mu?’’ dedim. ‘’Yooo, uzat’’ dediler. İki ayağımı da uzattım yana. Gene zorlanıyorum. Biraz daha kaykıldım. En sonunda sağ dirseğimi de yere koydum. Resmen yatarak yemek yiyiyorum. Filmlerdeki Romalı soylular gibi. Ben misafirim yatıyorum, ev sahipleri ise karşımda oturuyor. Garip bir manzara. Hatta sağ dirseğim acımasın diye bir de yastık koydular altına. Neyse yemeğimi yedim. Yatarak bile rahat değilim. Devamlı yaslanmaktan sağ kolum ve dirseğim de ağrıdı. Müsaade istiyerek sofradan kalktım ve sandalyeye oturdum.
Isındım, karnım doydu, keyfim yerine geldi. Çenem açıldı. İki gündür konuşamamamın acısını çıkarıyorum. Ha bire anlatıyorum, soruyorum.
Bu aileden biraz bahsedeyim.
Baba Osman Arslan keçi bakarak ailesinin geçimini sağlıyor. Bir de Likya Yolu vasıtasıyla kalmaya gelenlerden elde ettikleri gelirle. Osman aslen Belceğizli. Bu arada Belceğiz’in nüfusu sadece 1. Yanlış duymadınız bir. O da Osman Arslan’ın kardeşiymiş.
Anne Fatma Arslan Bel köyünden. Anladığım kadarıyla turizm faslına o bakıyor. Bir de kızları varmış. Fethiye’de lisede yatılı okuyormuş. Sadece ayda bir kez geliyormuş ve polis olmak istiyormuş.
Oğulları Ramazan ise tam bir zeka küpü, cin gibi. Sanırım yaşı 11-12. Bana ‘’Santranç oynayalım’’ dedi. ‘’Tamam’’ dedim. Oturduk, küçük çocuk, nasıl olsa yenerim havasındayım. Çünkü hiçte fena santranç oynamam. Hem oynuyorum, hem babayla sohbet ediyorum. 5 dakika sonra çok sıkı bir rakiple karşı karşıya olduğumu anladım. Sohbeti bıraktım oyuna konsantre oldum ama nafile. 15 dk. sonra mat oldum. Çıkardı bir rubik küp. Ne yapması gerektiğini sordu. Altı yüzünü aynı renk yapman gerek dedim. Sabah altı yüzüde tamamlanmış rubik küpü önüme koydu. Şaşırdım. Bu çocukta çok iş var. Umarım iyi bir eğitim imkanı da bulur.
Saat 07.00’da uyanmak üzere 22.00’de odama çekildim. 1 saatte günlüğe vakit ayırdım, sonra yattım.
ibrahim mete bey,likya yolu günceleriniz çok başarılı ve yol gösterici..yüreğinize sağlık
BeğenBeğen
Merhaba Emrullah Bey, Günceleri beğenmenize sevindim. Teşvik edici güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim.
BeğenBeğen
ikinci likya yolu maceramı geçen hafta tamamladım.ikinci günümüzde(24.04.2015) kabak-bel arasındaki parkuru tamamladık.parkurda büyük bir sorun yok,özellikle de alıncadan sonraki bölümde(alınca-boğaziçi)yoldaki bozulmalar;her etapta karşılaşılabileceklerden farksız.kesinlikle bu yol tercih edilmeli ve asla asfalttan yürünmemeli.üstelik aynı gün bizimle beraber aynı anda bu güzergahı yürüyenlerin sayısı ve yaş ortalaması da oldukça yüksekti.çok zevkli,heyecanlı ve muhteşem manzaralarla dolu bir parkurdu.acizane tavsiyem kabaktan başlayarak bel’e ulaşmaya çalışmak biraz yorucu olduğundan;kondisyonu iyi olmayan arkadaşların bu mesafeyi bir güne sığdırmaya çalışmamalarıdır.
BeğenLiked by 1 kişi
bel’de konaklamak isteyen arkadaşlara tavsiyem;toplamda 3 olan pansiyon sayısı 2 ye inmiş.birisi ibrahim mete bey’in kaldığı osman,diğeri ise ahmet kılıç(kılıç pansiyon).üçüncü mekan yanmış ve sanırım 2015 yılında faaliyete yeniden başlaması zor görünüyor.
BeğenBeğen