2. GÜN – 16 MART (Kozağaç-Alınca)
Gece yarısı çadırın içini aydınlatan parlak bir ışıkla uyandım. 1-2 saniye sonrada arkasından kulakları sağır edercesine patlayan bir gökgürültüsü… Sağanak bir yağmur bastırdı, ama ne yağmur. Endişeye kapıldım. Çadır bu yağmuru nasıl kaldırır diye. Neticede 1500 mm su basıncı direncine sahip üç mevsim bir çadır. Her yeri kontrol ettim, şimdilik su almıyor. Uyku ağır bastı, tekrar uyumuşum.
Sabah 06.30 da uyandım. İlk fark ettiğim, dışarıda yağmurun sona erdiği ve iyi bir havanın olduğu. Doğruldum, çadırın sağını solunu kontrol ettim, hiç su almamış. 30 dakika kadar çadırın içinde sağa sola yuvarlanarak uyku keyfi yaptım. 07.00 da çadırdan çıktım. Yola çıkmaya hazır hale gelmem tam 1 saat 15 dakika sürdü. Üstelik kahvaltı da etmedim.
08.15-08.20 gibi yola koyuldum. Kısa bir süre sonra Kozağaç girişindeki çeşmeye ulaştım. Çeşmenin önünde de bir tabela. Babadağ Zirve (5 Km.), Kirme ve Ovacık istikametlerini gösteriyor. Babadağ tamamen bulutların altında. Zirveyi görmeme imkan yok.
Kozağaç köyünü boydan boya geçtim. Hiçbir yaşam belirtisi görmedim. Ne bir insan, ne bir köpek, ne bir keçi.. Kirme’ye geniş bir toprak yoldan devam ediliyor. Oldukça da yakın, 2 km. Bir müddet sonra bir üç yol ağzına geldim. İkisi orman yolu, biri genişçe bir patika. O da ne, her üç yolda kırmızı beyaz Likya Yolu işaretleri ile işaretlenmiş. Aynı zamanda üçünün de girişinde ‘’Girmeyin, yanlış yol’’ anlamına gelen kırmızı ‘’X’’ işareti var. Belli ki bir muzipin işi. Okuduğum kadarıyla Likya Yolu her fırsatta sizi hayvan patikalarına sokuyor. O nedenle ortadaki küçük patikaya girdim. 2-3 işaret sonra işaretler bitti ve biraz sonrada bir tarafı epey yüksek, ilerisi olmayan bir noktaya geldim. ‘’Yanlış Yol’’. Döndüm gene üç yol ağzına, bu sefer sağdaki yola girdim. 1-2 işaret sonra işaretler gene bitti. Dön gene geri. Murphy’nin kanunları işliyor. Son seçenek doğru seçenek. Soldaki orman yolundan devam ettim. İşaretler düzenli, doğru yoldayım.
Bizlerin rahatça yürüyebilmesi için, elinde boya ve boya fırçası, hiçbir çıkar gözetmeden 500 km. boyunca dağı bayırı işaretleyen doğa dostu gönüllülerdeki azim, Allahtan bu muziplerde yok. 2-3 işaret sonra işaretler bitiyor. Ancak o kadar gidebiliyorlar. Doğru yolda ise kesintisiz devam ediyor.
Kısa bir yürüyüşten sonra Kirme köyüne ulaştım. Faralya inişine geçtim. Daha Kirme içindeyim. Taş bir duvarın yanından, daracık bir yoldan aşağıya doğru iniyorum. Karşıdan dört yabancı turist geliyor. 2 kadın, 2 erkek. Selamlaştık. 50 metre gittim. 3 kişilik bir gurup daha tırmanıyor. 2 erkek 1 kız. Bunlar Türk. Onlarla da selamlaştım yola devam. Ama aşağıdan ha bire insan geliyor. Tamamı Türk. En sonunda arkalarda kalmış genç bir çocukla konuştum. 27 kişilik bir gurupmuş. Faralya’dan Ovacık’a gidiyorlarmış. Günü birlik bir yürüyüş.
Faralya inişi oldukça keyifli. Önce bir çeşmeye ulaştım. Burada sırt çantamı çıkardım. Sabah yapmadığım kahvaltımı yaptım. Sularımı doldurdum. Tekrar yola koyuldum.
Kısa bir yürüyüşten sonra bir tabelanın önüne geldim. ’’Die Wassermühle’’. Okuduklarımdan, Alman bir çiftin Faralya girişinde orman içinde inşa ettiği bir tesis olduğunu biliyorum. Bu Faralya’ya yaklaştım demek.
Biraz sonra da tesise geldim. Oldukça güzel, büyük bir tesis. Yanı başında da bir küçük dere, minik şelaleler yaparak akıyor. Tesiste pek bir hayat belirtisi yok gibi. Parmaklıkların arkasından bir köpek havladı. Bir kapı açıldı. 60 yaş civarında Alman bir kadın kapıya çıktı. Gülümseyerek bana selam verdi. Sonra da köpeği susması için Almanca fırçaladı, içeri girdi.
Kelebekler Vadisi ve Faralya uzaktan görünüyor artık. Manzarayı tarif etmek çok zor. İki tarafı yüzlerce metrelik kaya duvarlarıyla çevrilmiş daracık bir vadi ve bir koy. Ürkütücü, büyüleyici, olağanüstü vahşi bir güzellik.
Hava süratle kapatıyor. Rüzgar da başladı. Hızlandım. Faralya ya girdim. Önüme bir büfe çıktı. ‘’GEORGE HOUSE BÜFE’’. Önünde bir çay otomatı, masa, sandalye ve bir koltuk var. Çantamı koltuğa bıraktım, içeri girdim. Kimse yok. Seslendim. Arka taraftan genç bir kız çıktı. Çay olup olmadığını sordum. ‘’Var ama biraz beklemeniz gerek, Çay otomatı kapalıydı’’ dedi. ‘’Sorun yok beklerim’’ dedim. Çıktım koltuğa oturdum ama rüzgar iyice sertleşti. Üşümeye başladım. Büfenin içine girdim gene kimse yok. Bir sandalye çektim büfenin içine oturdum. Aniden sağanak bir yağmur patladı. Gittim sırt çantamı da içeri aldım. 1-2 dk. sonra da kızın babası geldi.
Ramazan Bey. Emekli bir orman memuru. Benim yaşlarımda. Bir kolunu da bilek üstünden kaybetmiş. Nedenini soramadım. Bir çizi aldım. Hem yiyiyorum, hem de Ramazan Beyle sohbet ediyorum. Şak elektrikler kesildi. Tam da kamera pillerini şarj etmeye niyetlenmiştim. Yattı o iş tabii. Çay otomatı da devre dışı. Ramazan Bey, büfenin arkası evi ‘’Gidip evde ocakta demleyeyim’’ dedi. ‘’Zahmet etme, ben zaten 1-2 çay içip gidecektim’’ dedim. Dinlemedi, fırladı gitti. 20 dakika sonra da elinde demlikle geldi. Çay içip derin bir sohbete daldık. Yağmur da son sürat devam ediyor. Bu sağanağın geçmesini bekleyeceğim mecburen.
Meşhur George House Otel kardeşininmiş. George da babalarının lakabı. Babaları Kelebekler Vadisi‘nde bekçiymiş. Bir gün yardımcı olduğu Hollandalı bir bayan turist, ‘’Amcam George’a ne kadar benziyorsunuz. Size Geoge Amca diyebilir miyim?’’ diye sormuş. O da ‘’Söyle, ne olacak ki?’’ demiş. Bir müddet sonra Hollanda’dan bir kargo gelmiş. Açmış, bakmış, üzerinde ‘’George’’ yazan harika bir şapka. Ondan sonra o şapkayı hiç kafasından çıkarmamış. Önce turistler, sonra da köylüler‘’George’’ diye seslenmeye başlamışlar. İlk başlarda biraz huysuzlanmış ama sonradan o da kabullenmiş bu lakabı. Hatta hoşuna gitmiş. Bu lakabı köyde şimdi çocukları devam ettiriyor. Harika bir insan hikayesi. Yazmadan geçemedim.
Ramazan’la sohbetimiz bir saati aştı. Yağmur dindi. Hatta deniz üstünde açıklarda güneş yüzünü gösterdi. Kalkma zamanı geldi. ‘’ Borcum nedir?’’ diye sordum. ‘’Sen 1 TL. çizinin parasını ver, çaylar benden’’ dedi. Israr ettim. Çay parası almadı. Sen kalk bir çaydanlık çay demle. İşin de turizm olsun. Sonra para alma. Kalbim sevgiyle doldu bir anda bu insanlık karşısıda. Her şey daha güzel gelmeye başladı.
Sırt çantamı yüklendim. Yeni açmış bir güneş ve toprak kokusu altında Kabak’a doğru yola koyuldum. Niyetim bu gece Kabak’ta Kamp kurmak.
Faralya-Kabak arası kolay bir etap. İşaretler de düzgün. 2.5-3 saat gibi bir zamanda, 14.40’da Kabak’a girdim. Kabak da Faralya gibi devasa kaya duvarlarının arasına sıkışmış, ilginç bir yer. Tek düzlüğe de köy kurulmuş. Kabak koyuna inmekten iki nedenden ötürü vazgeçtim. Birincisi koy epey aşağıda, sabah bu irtifayı tekrar almak gerekecek. İkincisi çok yağmur yağdı, ıslak sahil kumları her yere yapışır, temizlemek de çok zor.
Alınca’ya doğru Kabak içinde yavaş yavaş yürüyerek kamp kurabileceğim bir yer arıyorum. Allah için hiç bir yer yok. Olan yerler de ya tuvaletinizi yapmanızın imkansız olduğu çok göz önünde yerler, ya da gece yukardan düşen bir kayanın sizi dümdüz edebileceği güvensiz alanlar. Alınca’ya çıkabilir miyim bilmiyorum. Hava kararana kadar üç saatim var.
Alınca yolunun başlangıcında yeni bir tesis var. Önünde de bir kamyon. Su deposu ya da, kalorifer kazanı gibi bir şey indiriyorlar. Genç bir kadınla bir erkek de çalışanlara nezaret ediyor. Yanlarına gittim. Alınca’ya ne kadar zamanda gidebileceğimi sordum. Her ne kadar kaç kilometre olduğunu bilsem de, parkurun zorluk derecesine göre süre çok değişiyor. Genç erkek ‘’Ben bilmiyorum abi, ama bizim adam iyi biliyor’’ dedi. Kamyondan yük indirenlerden birine seslendi. Adam ‘’ Abi en geç iki saatte varırsın’’ dedi. Yolda su durumunu sordum.‘’Bu mevsim her yer su, sorun yaşamazsın’’ dedi. Gençlerden su istedim. Otele gidip sularımı doldurdular geldiler. Su yolda da sorun olmayınca Alınca’ya devam etmeğe karar verdim. Ama daha yolun başlangıcı sinyali veriyor. Duvar gibi dimdik bir çıkış. Ağır ağır tırmanmaya başladım. 1 saat, 2 saat… Kayalık, yürümesi zor bir yol. Üstelik bir tarafı da sizi gerecek kadar yüksek. Düşseniz ciddi hasar alabilirsiniz. İyice yoruldum. Dengemi sağlamakta bile zorluk çekiyorum. Bu yol sabah taze kuvvetle çıkılmalı. Artık çok daha sık mola veriyorum. Suyumda hızla bitiyor. Yarım litre ancak kaldı. Bu suyla dehidre olmadan geceyi geçirip, yarında Alınca’ya ulaşmak mümkün olmaz. Bir çeşme geçtim tamamen kurumuş. Bir müddet sonra ikinci bir çeşmeye geldim. Burda iplik kadar bir su akıyor. Zorda olsa sularımı fulledim. 2 litre suyum var artık, su sorunum kalmadı. Saat 18.00 oldu. Bir saat sonra hava tamamen kararacak. Hem yürüyorum, hem de kamp yeri bakıyorum. Etrafta emniyetle kamp kurulabilecek 2 metre kare yer yok. Her yer kaya, her yer duvar.. Saat 18.30 gibi sağ tarafta teras gibi bir düzlük gördüm. Daha önce ya kamp atılmış, ya da çobanlar kullanmış. Ateş yakılmış. Taşlar dizili. Ben de bir sevinç. Hemen terasa indim. Baktım aşağıda ikinci bir teras var ağaçların arasında. Oraya indim, aaa orda birde gizli çeşme var. Suyu da gayet iyi. Etraf çam ormanı, önüm deniz. Şam’da kayısı yani..
Hemen çadırımı kurmaya başladım. Kafa lambasının yardımıyla, yarı aydınlık, yarı karanlık çadırımı kurdum. Eşyalarımı yerleştirdim. Ateş başı keyfi hayalimi gene erteledim. Bu son Alınca çıkışı beni o kadar yordu ki. Odun topla, ateş yak, yemek yap, hiç uğraşamayacağım. Termal içlikleri giydim doğru çadıra, uyku tulumunun içine. Yiyecek çantamdan, sucuk, peynir, çikolata çıkardım. Bir duble de rakı koydum. Gene Yunan radyolarından çalan müzik eşliğinde çadır keyfi yaptım. Biraz da günlük yazmaya çalıştım ama çok zor. Sonra kendi yazdığımı okumakta zorlanıyorum. Saat 21.00 gibi, çok sakin rüzgarsız bir havada, hafif çiseleyen bir yağmurun çadırda çıkardığı sesleri dinleye dinleye uykuya daldım.
alınca’da manzara harikadır.kamp yapmak ya da konaklamak için doğru adres
BeğenBeğen